İnsan, yeryüzünü îmâr etmek ve gönül mahsûlü eserler meydana getirmekle mükelleftir. Çünkü o, yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olmak için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hakk’a vekîl olarak yaşamak demek olan bu hilâfet vazifesi, fıtrat-ı asliyede meknuz istîdâdlarında, yâni fıtratında bu vazîfeyi yerine getirebilecek kâbiliyetleri taşıması itibâriyledir. Allâh Teâlâ, bu istîdâdın yeşermeye memur bir tohum gibi geliştirilerek matlûb neticeyi hâsıl edebilmesi için gerekli programı, yâni emir ve nehiyleri Kur’ân-ı Kerîm’de beyân etmiştir. Buna hakkıyla riâyet eden lerin mânevî derecelerini bildirmek üzere hadîs-i kudsîde şöyle buyrulmuştur:
“Her kim Benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, Bana en çok kendi sine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâve ten işlediği nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devâm eder; nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben âdeta onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olu rum. Ben’den ne isterse mutlaka veririm, Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)