Geçtiğimiz aylarda Pinhan Yayınlarından Nur Bieber çevirisiyle Türkçeye kazandırılan kitabı Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş’ta duanın bilinen anlamını ters yüz eden, müthiş bir saptama yapar Kierkegaard: “O dua etmenin konuşmak olduğunu sanmıştı; dua etmenin sırf susmak olmayıp, kulak vermek de olduğunu öğrenmişti. Ve bu böyledir, dua etmek kendi söylediğine kulak vermek değil, susma raddesine gelmek ve suskun kalmaktır, sabırla beklemektir, dua eden kişi Tanrıya kulak verene dek.” Duanın bilinen yorumuna tezat olarak Kierkegaard, duaya dinlemek yakıştırması yapar. Duanın konuşmak olduğunu sanan modern insan Tanrıdan bir karşılık gelmeyince bu yüzden Tanrı'ya küser, kızar, yok sayar.
Kierkegaard’a göre müphemiyetin olduğu yerde ayartıcılık vardır. Şeytan, müphemiyetin olmadığı yerde acizdir; Tanrı ise hiç kimseyi ayartmaz. Kierkegaard, kırdaki zambak ve gökteki kuşun varlığıyla Tanrı’nın kastına kulak verir. Kırdaki zambaktan ve kuştan sükutun ilmini öğrenir. O ses, hikmetin başlangıcının Tanrı korkusu; Tanrı korkusunun başlangıcının ise sükut olduğunu söyler. O sessizlikte “Tesellinin Tanrısı”nı bulur; ilahi sevinci keşfeder. Sevinçli olmak kendine yakın olmaktır, hakikatte kendine yakın olmak ise bugünde kaim olmaktır der.
Kierkegaard, Tanrı’nın kendi varlığıyla ne kast ettiğini merak ediyordu. Tanrı, onun vecizesiyle bize neyi kast etmiş olabilir peki? Kendimizi? Hayatı? Kendi hayatımızı? Hayatın anlamının peşine düşmekten çok hayatın bize ne anlattığına kulak vermeyi… Belki de hayatın bizi anlaması değil bizim onu ve kastını anlamamız gerekiyor. Kierkegaard'dan ilhâmla: Hayat bununla bize ne kast etmiş olabilir?