Bir mektup yazmak istiyordum ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Buna inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de var - yani bir süre geçtiği halde. Kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de sadece belli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğumu bildirmek istiyorum.
Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?
“Sevgili geçmişim..." diye başladım satırlarıma bir mektup yazar gibi. "Sana gelecekten yazıyorum... Başardın mı, başaramadın mı bilmiyorum. Girdiğin, ortasında titreye titreye yürüdüğün, belki de karşıda denizi gördüğün, çiçek kokularıyla ilerlediğin o uzak yolda mısın hala, denize yaklaştın mı bilmiyorum. Yoksa bir ara sokağa mı
Pirandello, Altı Kişi Yazarını Arıyor diye bir oyun yazmıştı. Gerçekliğin
kaypaklığını, göreceliğini sergileyen bu oyun bana Oğuz Atay’ın benzer bir
sorunu ele alırken okurunu arayan bir yazar olarak tanımlanabileceğini
düşündürdü.
«Ben buradayım, sevgili okurum, sen neredesin?» derken,
belki
bir yandan okurun ilgisizliği karşısındaki kırgınlığını dile getiriyordu. Ama bir
yandan da okurun kitaplarındaki düşünsel yaratıcılığa katılımı için bir çağrıda
bulunuyordu. Oğuz Atay’ı okumak bilinç ve duyarlığın yaşamayı anlamlı kılan
bir bireşime, bir çeşit yaratıcılığa yönelteceğine ben bu yüzden inanıyorum.
Onun bu kitapları yazmakla dizginleyemediği yaşama coşkusunu okurlarıyla
büyük bir içtenlik ve cömertlikle paylaşmak istediğine inandığım gibi.
Eylül 1
Cevat Çapan