“Yalanlarını ve oyunlarını hep görüyorum, anlıyorum. Ama gerçeklerine ulaşamıyorum.”
“Çünkü onlar çok geçmişte kaldılar, Yankı. Çünkü onlar kazınmış bir mezarın içine girdiler, toprağı herkes attı ve zaman onu gizledi.”
“Sadece o mezarın içini sen görebiliyorsun çünkü zaten içindesin, değil mi? Seni anlıyorum. Çünkü ben de o mezarın içinde yaşıyorum ve ikimiz de yeraltındaysak birbirimizin gerçeklerini görmemiz daha kolay olacak.”
O Yankı Sarca'ydı, her şeyimi görebiliyorken ona nasıl kırgın olduğumu göremiyor muydu?
Belki de görüyordu ama zaten kırık olan bir kalbi kırdığı için önemsemiyordu.
Belki de kalbimi, benim düşündüğüm kadar önemsemiyordu.
İnsanlar bazen farkında olmadan bazen de farkında olarak elimden kırılmış kalbimi alıyorlardı, eziyorlardı, ayaklarının altına atıyorlardı, fırlatıyorlardı; ben öylece izliyordum. Sonra parçaları bana geri veriyorlardı.
Şimdi ise ellerim bomboştu.
Kalbim, Yankı'nın avcunun içinde parçalanmış bir şekilde duruyordu.
Kırıldığımı, kalbim kanamıyor diye anlamıyor muydu?
“Gemilerimiz yüz elli sene önce semalarınıza girdiğinde iki ırk birbirini ilk kez görüyordu; her ne kadar biz sizi bir süre uzaktan incelemişsek de. Buna rağmen öngördüğümüz gibi bizi tanıyıp bizden korktunuz. Geçmişteki bir hatıradan kaynaklanmıyordu bu.
Zaman kavramının sizin biliminizin aklına gelmeyecek düzeyde karmaşık olduğunu açıkça gördün. O hatıra geçmişten değil, gelecekten kalmaydı; ırkınızın artık perdenin indiğini anladığı o son yıllardan. Biz elimizden geleni yaptık, ama kolay bir son olmadı. Ve biz sırf orada bulunuyorduk diye ırkınızın ölümüyle özdeşleştirildik.
Evet, on binlerce yıl gelecekten kalma bir hatıra!
Zaman çemberinde çınlayan, gelecekten geçmişe bozuk bir yankı gibi düşün. Hatıra değil de, kehanet diyelim.”
Büyük tarihçimiz İsmail Hami Dânişmend Bey'in dört ciltlik "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi" adındaki muazzam eseri, zannedersem ellili yılların ortalarında, Atatürk'ten bahsetmiyor gerekçesiyle Beyazıt Meydanında yakıldı. Bu çirkin olay o zamanlar büyük bir yankı yaptı. Ve kültür dünyamızın koca bir ayıbı olarak tarihe geçti...
Sayfa 155 - Timaș Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2005Kitabı okudu
"Ona böyle davranma," demişti bir keresinde Yankı, Bartu için. "O sana hiç böyle davranmıyor. Bize hediyeler almış, görmüyor musun?"
"Hediye dediğin, ekmek arası!" diye karşı çıkmıştım. " Ekmeği hediye olarak görüyor. Aç değiliz ki!"
"Belki o çok aç kalmıştır ve bu hediyedir," demişti Yankı.
Uyanıp bahçeye gitmek, yağmurun sesiyle silmek istiyordum gecenin ziftini.
Kadehimi paylaşanı tanımıyordum, elimi tutanı, yanımda uyanacak olanı. Yorgunum. Kalbim; kılıçların, okların, hançerlerin havada uçuştuğu bir meydan savaşı sonu gibi. Bütün ölüler kendi yaralarını sarmak istiyor, yaşayanlar kendilerinden kaçıyor.
Aşk da böyle. Belki bir
Aliya İzzetbegoviç
Aliya İzetbegoviç’in fikir dünyasının temel taşı, 1969 yılında kaleme aldığı ve ertesi yıl kendi imkânlarıyla, zorlu şartlar altında Belgrat’ta yayınlattığı, İslam Deklarasyonu’dur. Bu eser, hacim itibariyle küçük olsa da, hem yerel ölçekte, hem de dünya çapında etkili olmuş, büyük yankı bulmuştur. Öyle ki, eski Yugoslavya’nın Tito rejimi tarafından açık bir tehdit olarak algılanmıştır. 1983 yılında Saraybosna’da görülen Genç Müslümanlar (Mladi Muslimani) davasının en önemli delili olarak sunulmuştur.
İslam Deklarasyonu’nu kıymetli kılan; Saraybosna’da yaşayan bir Bosnalı tarafından kaleme alınmış olmasına rağmen, tüm İslam dünyasına hitap etmesidir. Aliya İzzetbegoviç, sadece Yugoslavya Müslümanlarının değil, tüm dünya Müslüman halklarının sorunlarına dair tespitlerde bulunmuş ve reçeteler önermiştir.
İslam DeklarasyonuAliya İzzetbegoviç · Fide Yayınları · 20177,7bin okunma