“Ben gelininin sözüne güvenmiştim. Nasıl inanmam, muayenehaneme geldi, tam bir saat bana kaynanasının nasıl öldüğünü tatlı tatlı anlattı. Gel de inanma, o kadar güzel kadın ki, yalan söyleyeceği hiç akla gelir mi! Ama suç yine kaynananın. Seni herkes nasıl olsa öldü biliyor, öldü diye bütün resmi işlemler yapılmış. Konu komşu başsağlığına gelmiş, ağlayan ağlamış, sızlayan sızlamış, üstelik ben de öldü diye rapor vermişim. Bütün formaliteler tamamlanmış, surada kala kala bir iki dakikalık bir şey kalmış, toprağı üstüne örttüler mi tamam, iş bitecek... İnsan bu durumda oyunbozanlık eder mi hiç! Ölmeyeceksin de ne olacak sanki... Nasıl olsa sonunda ölecek değil misin yani...”
“Evet, arada siz mahcup oluyorsunuz.”
“Mahcup olup da ne olacak... Ben o kadını “ölüdür, ölü sayılır” diye zorla gömdürürdüm. Bir hekime mi inanırlar, yoksa yaşlı, cahil bir kadına mı? Her kötülük cahillikten geliyor. Ne yazık ki, halkımız çok cahil. O kadar cahil ki, ölüyorlar da öldüklerini bile bilmiyorlar, öyle insanlar var ki, çoktan ölmüş olmaları gerekirken, yaşıyoruz diye ortalarda dolaşıp duruyorlar. Olabilir, herkes her şeyi bilmez, ama bir bilene sorup öğrenmeli. Hiç olmazsa bir doktor ölüdür diye rapor verince, insan olan artık anlar... Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp!”
“Cahillik...”
“Evet... Ama ben dirilen kadına söyledim. Herkes senin için ağladı, sızladı, yandı, yakıldı, bu kadar üzüntü boşa mı gidecek? Sonra sen bir kez daha ölürsen, kim inanır da, yeniden ağlar arkandan... Dirilmeye alıştı, yeniden dirilir, boşuna ağlamayalım, derler."