Bu dünya, insanlar sadece yesin, içsin, gezsin, yatsın ve üstüne bir de birbiri ile savaş etsin diye yaratılmadı, bizler de öyle. Sırf böyle yaşamak için yaratılmadık. Bak kızım, her şeye yok ol , ama öğrenmeye aç ol, hiç doyma.
İnsanın varoluşunun nedeninin varoluşunun kendinde olmadığını kim bilebilir? Belki de o, nedeni ve nasıl olduğu değil de sadece, duvarları kaplayan ve çukurları çevreleyen çiçekler veya bir günden diğerine biten mantarlar misali, yaşaması ve ölmesi gerektiği bilinerek dünya yüzeyinin bir noktasına raslantı sonucu atılmıştır. Kendimizi sonsuzlukta kaybetmiyelim, onun hakkında en ufak bir fikir sahibi olmak için yaratılmadık; bizim için şeylerin kökenine ulaşmak tümüyle olanaksızdır. Zaten kendi rahatımız için de maddenin sonsuz olması veya yaratılmış olması, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu hiç farketmez. Öğrenilmesi imkânsız olan ve onu bulup anladığımız zaman bile bizi hiçbir şekilde mutlu kılmayacak birşey için bu kadar acı çekmek deliliktir!
Allah seni başanya erdirsin, bilmesin ki, sevgi (muhabbet) ilahi bir
makamdır. Allah onunla kendisini niteleyerek el-Vedud (Seven) diye
isimlenmiştir. Bir rivayette ise ‘el-Muhib’ adı geçer. Tevrat’ta Musa’ya
vahyedilen şeylerden biri de şudur: ‘Ey Ademoğlu! Senin hakkın için
ben sevenim. Senin üzerindeki hakkım için de sen beni sev.’ Hadiste
Velhasıl, bu dünya hayatında o yüksek mevki ve yüksek parayı kazanmak için o kadar gayret sarf ediyorsun, yabancı dil
için uğraşıyorsun. Hani ebedi hayata inanıyordun? Cennette huriler, Kevser şarapları ile tasvir edilen, âdeta piknik yeri gibi anlatilan ebedi hayat... Cennet tarifini bile yanlış anlıyoruz. Allah, cenneti dünyevi bir misalle anlatıyor. Misaldir o.
Dünyada ne kadar büyük nimete gark olursan ol, sonu fàni. Fani bir misal, beka âleminde var mi? Baki olan nimetlerle fàni olan nimetleri aynı teraziye koymak bile ancak eblehlerin işidir. Ebleh, kuvvetli aptal demektir. Böyle anlamak için aptal
olmak bile yetmez, kuvvetli aptal olmak lazamdır.
Bundan önce bir hayatımız vardı ki maddesel olarak kırk haftasi ana rahminde geçti. Sonra ana rahminden öldük, dünyaya doğduk; dünyadan öleceğiz, ahirete doğacağız; ahiretten öleceğiz, ebediyete doğacağız. Yani fani olmak (son bulmak) yok, biz bakiyiz. Ancak ve ancak dünyadan faniyiz. "İnsanın sonu yok olmaksa, niye uğraşıyorum?" diye düşünmeyelim. Alah, kendi halifesini yok olsun diye yaratmamıştır. Yok olmak yok. Yokluk için yaratılmadik biz. Bu farkı doğru anlamamiz lazım.
Yüce bir varlık’ın mevcudiyetinden kuşku duyduğumu söylemek istemiyorum; tersine en yüksek olasılık derecesinin O’nun lehinde olduğunu sanıyorum; Fakat bu mevcudiyet bir dinin gerekliliğini diğer varoluşlardan daha çok kanıtlamadığından uygulama alanında hiç bir geçerlilik bulamayan teorik bir gerçek olarak kalır: Dolayısıyla bunca deneye
Zaten insanın varoluşunun nedeninin varoluşunun kendinde olmadığını kim bilebilir? Belki de o, nede ni ve nasıl olduğu değil de sadece, duvarları kaplayan ve çukurları çevreleyen çiçekler veya bir günden diğerine biten mantarlar misali, yaşaması ve ölmesi gerektiği bilinerek dünya yüzeyinin bir noktasına raslantı sonucu atılmıştır. Kendimizi sonsuzlukta kaybetmiyelim, onun hakkında en ufak bir fikir sahibi olmak için yaratılmadık; bizim için şeylerin kökenine ulaşmak tümüyle olanaksızdır. Zaten kendi rahatımız için de maddenin sonsuz olması veya yaratılmış olması, Tanrı'nın varlığı veya yokluğu hiç farketmez. Öğrenilmesi imkansız olan ve onu bulup anladığımız zaman bile bizi hiçbir şekilde mutlu kılmayacak birşey için bu kadar acı çekmek deliliktir
"Tüm dinler dünyanın mükemmel olmadığını söyler ve hepsinin de kendine göre nedenleri vardır. Ama kimse bu nedenleri sorgulamaz. Eski Ahit bize Adem ile Havva'nın görünüşte keyfî bir kurala karşı geldikleri için cennetten kovulduğunu söyler: Elmayı yemek. Tanrı'nın tüm insanlığı böyle küçük bir kural ihlalinden dolayı lanetlemiş