İnsanoğlu, mutluluk ve saadete ulaşmak için yaratılmış bir akla sahip olmakla birlikte, yeryüzündeki canlılar arasında, en fazla kötülük yapan ve bozgunculuk çıkaran türdür.
“Kadim uygarlıklar tarihinde, yeraltında yaşayan farklı bir canlı türünden sürekli bahsedilir öyle değil mi? Mesela Tibet ve Orta Asya geleneklerinde Agarta ve Şambala adında, dağların içinde yaşadığına inanılan bir halk vardır. Yanlış hatırlamıyorsam Yahudilerin kutsal kitabı da Gog-Magog adında istilacı varlıklardan bahseder. Hatta Hindu kutsal metinlerinde bile Koka-Vikoka kadında yer altında yaşayan canlılar olduğu söylenir. Bence aynı varlıklar Kur’an-ı Kerim de Yecüc-Mecüc olarak anlatılmış gibi görünüyor. Sonuç olarak, insanlık tarihi boyunca yeraltında yaşadığına inanılan bir varlık kültü, sürekli konuşulup anlatılan bir şeymiş zaten.”
Bu kokuyla arası iyi olmayan canlılar da var ve bir kısım sinek, karın ca ve "haşere" mesela portakal yağı kolrusunun yanına bile yaklaşmı yorlar. Hatta haşereyi geçtim, kedilerin de hoşlanmadığı bir koku portakal yağının kokusu.
Ölüm, ezeli olmasına rağmen alışkanlıklar arasına girmemiştir: yegane gerçeklik olduğundan, rağbet edilen bir şey haline gelemezdi. O halde, canlılar olarak hepimiz geri kalmışlar'ız...
Her şey gudubetliğe ve kangrene doğru yol alır: Canlılar apaçık kemirgen hastalığın ışınları altında yaralarını yaralarını sergilerken irinlenen şu yerküre...
"Tuhaf şey! Ölüm, ezelî olmasına rağmen alışkanlıklar arasına girmemiştir: Yegâne gerçeklik olduğundan, rağbet edilen bir şey haline gelemezdi. O halde, canlılar olarak hepimiz geri kalmışlar'ız..."
İntiharın dışında hiçbir selâmet yoktur. Tuhaf şey! Ölüm, ezelî olmasına rağmen alışkanlıklar arasına girmemiştir: Yegâne gerçeklik olduğundan, rağbet edilen bir şey haline gelemezdi. O halde, canlılar olarak hepimiz geri kalmışlar’ız...
Tuhaf şey! Ölüm, ezeli olmasına rağmen alışkanlıklar arasına girmemiştir: Yegane gerçeklik olduğundan, rağbet edilen bir şey haline gelemezdi. O halde, canlılar olarak hepimiz geri kalmışlarız ...
Birkaç kişiyi kurtarabiliriz ama kitleyi kitle olarak
asla kurtaramayız, akıl yürütabilir ve baştan soyutlayıp tecrit edebileceğimiz az sayıda insanı bilinçlendirebiliriz, ama bilimimizin katışıksız kayıp olarak
çoğalttığı imkanların kullanımı bile yığınların payı
na düşeni değiştirmeyecektir, yığınlar iyi niyetli olduklarına inanarak bize yalan söylemeyi öğreneceklerdir, karışıklık daha da ölümcül olacaktır ve buna
çare bulmak için gözümüz çok geç açılacaktır. Ölçü
korunmadığında, kurtuluşun, ilerlemenin ve aşmanın kabul edilemez fikirler olduğunu; milyarlarcası
nın kemirdiği ve kirlettiği evrende ölçüden söz etmeyi ancak kendimize zarar vererek öğreneceğiz. Aşırı
sayıdaki insanların ölmesi için dünyanın yok olması gerekecektir, yeni doğanların suçlu doğduğunu zaten biliyoruz, onlar burada oldukları için suçlular,
suç onları hiçliğe mahkum etmek değil, suç onları
dünyaya getir:ıp.ekte. Canlılar hızla çoğaldığı andan
itibaren hayat kutsal değildir, aşırı kalabalık insanların hayatı böceklerinkinden daha değerli değildir ve
savaşta ölmüş askerler onları savaşa sürükleyenterin
gözünde de daha değerli değildir.
"Güven içinde ve mutlu yaşayayım... Güven içinde ve mutlu yaşasın... Güven içinde ve mutlu yaşasınlar... Bütün canlılar güven içinde ve mutlu yaşasın."
Canavarlar ve haşerat dışında kimse için ufuk yoktur. Her şey gudubetliğe ve kangrene doğru yol alır: Canlılar apaçık kemirgen hastalığın ışınları altında yaralarını sergilerken irinlenen şu yerküre...
Daha önce inorganik olarak oluşan bol miktarda sentezlenmiş ATP ve glikoz, gittikçe sayıları artan heterotrof (bir anlamda hayvansal) canlılar tarafından besin olarak tüketildi. Bu besin kaynağı tükenince o gün yaşayan canlıların bir kısmı, her birinin öyküsü uzun süren birçok kademeden geçerek, hücre duvarlarına inorganik bir porfirin molekülünün eklenmesiyle, sonuçta Güneş ışınları kullanılarak protonunu elde etmeye başladı. Böylece, Güneş ışınları aracılığıyla suyun parçalanması sonucu ortaya hidrojen çıktı.
Bu aşamada klorofil molekülü oluşmuş, ototroflara yani bitkilere giden yol açılmıştı; fakat bunun yanı sıra çok zehirli olan bir molekül de yan ürün olarak ortama aktarılmaya başlandı. Bunun günümüzdeki adı "oksijen"dir. Ki bu, o gün yaşayan canlıların hiç alışık olmadığı bir madde, hatta onlar için zehir etkisi oluşturan bir maddeydi. Böylece Dünyamız oksijenle kirleniyordu, zehirleniyordu. Birçok canlı bu zehirli madde yüzünden bir daha geri dönüşü olmayarak ortadan kalktı. Böylece yaşam ortamında, ilk aşamada oksijensiz soluyan hayvanlar ile oksijensiz fotosentez yapan bitkiler kaldı.
Oksijenli ya da oksijensiz soluyan canlıların tümü sitoplazmalarında glikoliz denen bir seri tepkime ile glikozu yıkarak enerjilerini elde ederler. Bu nedenle dünyada glikolizle enerjisini elde eden canlıların tümü, bir anlamda tüm canlılar bu tepkimeler için aynı genleri ve enzimleri kullanırlar.