derler ki: «İslâmın belirli bir tarihî dönemde gerçekleş- tirdiği bu düzenin, başka tarihî dönemlerde uygulanmasını elverişli kılacak şekilde gelişme ve yenileme unsurlarını kendi yapısı içerisinde hâlâ taşımaya devam ettiğini kim garantileyebilir? Bu dönemleri ayakta tutan esaslar, İslâmın doğduğu tarihî dönemin esaslarından -az veya çok farklıdır.»
İşte bu kitap, tümüyle bu kişilerin sorabilecekleri böyle bir sorunun cevabıdır. Fakat burada da özetle şunları söyleyelim:
Muhakkak ki İslâm ki o, bu kâinatı yaratanın, kanunlarını koyanın, neyin yenileneceğini ve neyin tekâmül edeceğini bilenin koyduğu nizamdır böyle bir tarihî tekâmülü, buna bağlı olarak ortaya çıkacak sosyal, iktisadî ve fikri ileriliği hesaba katmıştır. Bu nedenle o, değişmez bir takım çizgiler çizmiş, genel bazı esaslar ve kapsamı geniş kurallar koymuştur. Ki insanların her türlü durumu, hiçbir zaman bunların dışına taşamaz. Uygulamaları ise genel esaslarının ve kapsamlı kaidelerinin sınırları içerisinde, ilerleyecek zamana ve ortaya çıkacak ihtiyaçlara bırakmıştır. Bağlayıcı cüz'i tafsilâtı ise hikmeti değişmeyecek ve her ortamda farklılık göstermeyecek meselelerden Allahü Teâlâ'nın insanlık hayatında sürekli kılmak istediği konulardan başkasında vermez. Çünkü bunlar Allah'ın bu hayat için seçip benimsediği özelliklerin teminatıdır. Bu kapsamlılık ve bu esnekliğiyle İslâm, tatbikî hükümlerinin, çağlar boyunca gelişip yenilenmesini sağlamış bulunuyor.
Bu tasfiye işi, düşüncenin hareketidir. Neyi bilip, neyi bilmemesi lazım olduğunu düşünmek, düşüncenin ilk işidir. Ancak bu sansürden geçtikten sonradır ki, düşünce değer kazanır; faal ve gayeli hale gelir.
Ulu kadı Ebu Saad el Haravi sarıksız, kafası matem işareti olarak kazınmış bir şekilde, el-Mustazhirbillah'ın geniş divanına bağırarak girer. Peşinde, gözü yaşlı bir sürü yoldaşı vardır. Bunlar onun her sözünü gürültülü bir şekilde onaylamakta ve tıpkı onun gibi, kazıtılmış kafanın altında haşmetli bir sakaldan meydana gelen tahrik edici bir görüntü sunmaktadırlar. Sarayın önde gelenlerinden birkaçı onu sakinleştirmeye çalışır, ama onları horlar bir şekilde iten kadı, salonun ortasına doğru kararlı bir şekilde ilerler, sonra kürsüsünden konuşan bir vaizin coşkulu hitabeti içinde, mertebeleri hiç dikkate almaksızın herkese birden nutuk çeker:
- Suriye'deki kardeşlerimizin deve eyeri ya da akbaba midesinden başka oturacak yerleri yokken, siz bir çiçek gibi uçarı bir hayatın içinde, huzurlu bir güvenliğin gölgesinde uyuklamaya nasıl cüret ediyorsunuz? Ne kadar çok kan döküldü! Ne kadar çok güzel kız, tatlı çehrelerini utançtan elleriyle örtmek zorunda kaldı! Yiğit Araplar hakarete alıştılar mı ve kahraman İranlılar şerefsizliği kabul mü ettiler?
Kendimi uzun uzun anlatmak ve susmak arasında gidip geliyorum çoğu zaman.
Hiçbir zaman tam anlamıyla hissettiklerimi anlatamayacağımı, anlatsam bile anlaşılmayacağımı bildiğimden susmayı tercih ediyorum.