Sana bir şey söyleyeyim mi?” dedi, neden sonra, “Ben insanları sevmiyorum. Bunu rastgele de söylemiyorum. Uzun uzun düşündüm. Gerçekten sevmiyorum. Yaşayışları ilgilendirmiyor beni. Şimdiye değin tanıdıklarıma, ne yapıp ettiklerini sorduğumu gördün mü hiç? Aptalca yakınmalarını, kısır isteklerini, gerçekleştirmeye uğraştıkları şeylerin zavallılığını, küçüklüğünü... Düşündüm, çok düşündüm. Sonunda insanların hiç değilse haklı olmaları gerektiğine karar verdim. Kötülük, budalalık, şımarıklık yaparken, türlü hesaplar, cimriliklerle kendilerinin ve başkalarının hayatlarını kı-sırlaştırırlarken bile haklı olmaları gerekirdi. Masum bir genç kızın yüreğini incittiklerinde bile. Başkalarını ölüme, açlığa, yalnızlığa, türlü acıları çekmeye bıraktıklarında da... Hiç değilse haklı olmalıydılar. Evrensel bir haklılıktan söz ediyorum, –ne diyorsunuz adına, gâvurca bir sözcük vardı– evet, metafizik bir haklılıktan...
İnsanlar haklı değillerse eğer neden yaşıyorlardı, hem de hiç ceza filan görmeden? İnsanları haklı çıkaran bir tek durum saptadım:
ölüm. İnsanlar öldüklerine, ölüp gittiklerine göre haklı olmaydılar.
Bu yüzden ölümlerine ilgi gösterdim: Aptallıklarını, kıyıcılıklarını, adam sendeciliklerini, cimriliklerini aklayan tek özürlerine senin anlayacağın...”