Öyle sanıyorum ki, ne mâziyi sevmek, ne Garbi tanımak ve ona hayran olmak bizim için kâfi değildir. Mâzi nihayet geçmiş bir zamandır; bizde, ancak kendisine içimizden bir şeyler katarak hakkıyla yaşıyabilir. Biz ise «Bugün bile» değiliz; yarınız. Her neslin asıl vazifesi kendi ötesinde gelecek için olanı hazırlarken başlar. Bizim için asıl yapılması lâzım gelen, memlekette yeni hayat şekilleri yaratmaktır. Biz Şark’a veya Garb’a ancak birbirinden ayrı iki kaynağımız gibi bakabiliriz. Her ikisi de bizde ve geniş bir şekilde vardır; yani realitelerimizin içindedirler. Fakat onların mevcudiyeti kendi başlarına bir değer olamaz ve sadece böyle olması bizi, kendi hayatımızda, kendimiz için kendimize mahsus bir hayatı, geniş ve şumûllü bir terkibi yaratmaya davet eder. İçimizdeki kaynaşma ve karşılaşmanın verimli olması için bu hayatı, bu terkibi doğurması şarttır. Bu da asıl üçüncü kaynağa, «memleketin realitesi»ne varmakla kabildir.
Efendimiz'i (sav) hakkıyla tanıyan, mesajlarını hakkıyla anlayan, gereklerini hakkıyla kavrayan ve aradaki mekan ve zaman fasılalarına takılmadan O'nunla beraber yaşayan, böyle olup da "Peygamber görmeden sahabi olma" şerefine nail olanlar olmalıdır. İşte böyle bir şerefe nail olabilmek ancak Efendimizi (sav) hakkı ile sevebilmek ve O'nu sadece tatlı bir hatıraya dönüştürmeden O'nunla canlı bir bağ kurmakla mümkündür.
Siz, zihninizle oynayan, bedenini en sevdiği oyuncak olarak kullanıp tadını çıkaran güçsünüz. Burada oluş nedeniniz de bu; oynamak ve eğlenmek. Mutlu olma, hayatın tadını çıkarma hakkıyla dünyaya geldik. Acı çekmek için değil. Acı çekmek isteyen buyursun çeksin. Ama bizim acı çekmemiz gerekmez.
O halde neden acı çekiyoruz? Çünkü bütün dünya acı içinde. Biz de bunun olağan olduğunu varsayıyoruz. Sonra da bu "gerçeği" destekleyecek bir inanç sistemi yaratıyoruz. Dinlerimiz bize acı çekmek için doğduğumuzu, yaşamın bir gözyaşı vadisi olduğunu söylüyor. Bugün acı çek, sabırlı ol, öldüğünde ödülünü alacaksın. Kulağa hoş geliyor, ama gerçek bu değil.
Sabır, bilinçli bir harekettir. Bilerek isteyerek kendini yanlıştan sakınmak ya da bir imtihana Allah rızası için gönüllü olmaktır. Sabır denen şey, çaresizlikten dolayı değildir. Bütün sokaklar sana açıkken, herkes seni bir yanlışa çağırırken yanlızca bir sebep için beklemektir sabretmek.
İşte bu sabrediş öyle güzeldir ki, Allah bu sabrını dua sayar ve kabul eder kuşkusuz. Hem dua sadece ellerini açtığında mı başlar? Yeri gelince edep etmek de bir duadır. Hakkıyla sevmek de bir duadır. Allah için her hareket aslında bir dua değil midir?
Efendimiz'i (sas) hakkıyla sevebilmek, O'nun insanlığa miras olarak bıraktığı değişmez değerler olan Kur'ân ve sünnete sahip çıkıp onları tüketmekle değil; üretmekle, yani asrın idrakine söyleterek yaşamakla gerçek manada mümkündür.
Mutlu olma, hayatın tadını çıkarma hakkıyla dünyaya geldik. Acı çekmek için değil. Acı çekmek isteyen buyursun çeksin. Ama bizim acı çekmemiz gerekmez. O halde neden acı çekiyoruz? Çünkü bütün dünya acı içinde. Biz de bunun olağan olduğunu varsayıyoruz. Sonra da bu "gerçeği" destekleyecek bir inanç sistemi yaratıyoruz. Dinlerimiz bize acı çekmek için doğduğumuzu, yaşamın bir gözyaşı vadisi olduğunu söylüyor. Bugün acı çek, sabırlı ol, öldüğünde ödülünü alacaksın. Kulağa hoş geliyor, ama gerçek bu değil.
Öyle sanıyorum ki, ne mâziyi sevmek, ne Garbi tanımak ve ona hayran olmak bizim için kâfi değildir. Mâzi nihayet geçmiş bir zamandır; bizde, ancak kendisine içimizden bir şeyler katarak hakkıyla yaşıyabilir. Biz ise «Bugün bile» değiliz; yarınız.
Aşk, insanı kirinden pasından arındıran, yakarak temizleyip güzelleştiren, onu insan yapan, güzel insan yapan bir şey olsa gerek. Kendinden fazla sevmek... Mertebe üçtür sevmede; muhabbet, aşk, dert. Muhabbet odur ki görmekle memnundur sevdiğini, görmezse kaydında değildir. Görünce "A çok özlemişim" der. Aşk sahibi görmekle memnun, görmezse mahzun. Aşkın da ileri derecesi derttir ki görse de mahzun görmese de mahzun. "İnsan hakkıyla sevdiği zaman fâni olur" diyor Muhammed Masum Fârûkî hazretleri, İmâm-i Rabbânî hazretlerinin evladı. Yani seven kaybolur (gülüyor), yalnızca sevilen kalır. Aşkta hedef o. Şekerin çayda erimesine benzetmişler. Erir kaybolur şeker, var mı? E var, yok mu? Yok. Öyle sevmek lazım derler.