Kadim Mezopotamya döneminden İran ve İslam topluluklarına geçmiş bir adet, yıldızlara bakarak gelecek hakkında haber vermek, yani astroloji, Osmanlı sarayında da devam etmiştir. Müneccimbaşı her yıl takvim veya ahkâm-i sâl adıyla geçmiş olaylara ve yıldızlara bakarak gelecek üzerinde bilgi içeren bir risâle hazırlardı. Padişahlar bu kehanetlere inanır, önem verirdi. Gelecek hakkında başmüneccimin haberlerine saray, devlet erkanı daima büyük ilgi duymuştur. 17. yüzyılda Cinci Hoca gibi Müneccimbaşı Hüseyin Efendi de geleceğe dair kehanetleriyle şöhret yaptı; 20 yıl (1630-1650) sarayda müneccimbaşılıkta kalarak küçük büyük tüm devlet adamlarını kendine bağladı. Hüseyin bu yolla inanılmaz servetler yığdı. "Vekil-i kâinat" sıfatıyla"esrâr-i ilahiye'yi keşfediyor" sarayın, padişah ve Harem'in kararlarını etkiliyordu.
Bu kitabı okuduğumda başlar başlamaz şüphelendim. Darbe kelimesini o kadar çok okudum ki her vatansever şüphelenir. İşin garibi ise bu kitap doğum yıllımda 1997 basılmış. Kitapta hoca efendi diye bahsetti ve adamlar meğer 1997 bile hazırlık yapmışlar, açık açık darbeyi kitapta yazmışlar ve 2016 yıllında yaşatmışlar. Ve bu yazar fetullah kansızın hainin prensi diye bilinirmiş. Şuan siyonist Amerika’da türk ekmeğine muhtaç yaşıyor. Taş fırınımızın ekmeğine cehenemme kadar hasret kalacak. Allah dinimize ünmetimize milletimizi vatanımıza güç kuvvet versin! Amin
Herkesin hoca efendi dediği zamanlarda dik duruş sergileyen ,Cumhuriyet’den Atatürk’den Türkçülük’den ödün vermeden, fetoculerin ne mal olduğunu herkese karşı haykıran ve bu uğurda hainler tarafından katledilen Türkçü aydın Necip Hablemitoğlu’nun bu eserini herkesin iyi okuyup analiz etmesini isterim.Ruhu şad mekanı cennet olsun.
"Efendiler! İçinde bulunduğumuz acil şartlara rağmen, safsatayla, nazariyatla vakit geçirdiğimizi görüyorum. Hâkimiyet ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat, kuvvetle, kudretle, zorla alınır. Türk milleti de hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek, bilfiil kendi eline almıştır. Bu olmuş bitmiş bir durumdur. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele bu olmuş bitmiş durumu ifadeden ibarettir. Bu her halde olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes, meseleyi böyle görür se, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat usulünce ifade olacaktır..." Eliyle işaret etti: "..Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir." M. Kemal Paşa'nın eli Hacı Mustafa Efendi'nin boynunun yanından geçti. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkam, herkese burasının bir ihtilal meclisi olduğunu hatırlatıyordu. Hoca Efendilerin bazı kaygılarını giderecek ilmi açıklamalarda bulunup sözünü bitirdi. Hacı Mustafa Efendi, saygılı bir sesle, "Afedersiniz efendim." dedi, "..biz meseleyi başka bakımdan mütalaa ediyorduk. Şimdi aydınlandık."
Ayhan Bey,
'Cahidecim' diyor, 'şu Kavak'taki hadiseyi anlatsana.'
'Aaa iyi hatırladın. Efendim o çok ibret vericidir. Samsun Karayolları Müdürü iken, bir bayramda gittiği Kavak'ta, bayram namazı için camiye gidiyor ve hoca efendinin vaazını dinliyor. Hoca vaaz sırasında insanların işleyebilecekleri herhangi bir küçük günah veya kabahatten dolayı cehenneme gideceklerini, azap çekeceklerini söyleyerek orada bulunanları korkutuyor. Babam dayanamayıp müdahale ediyor, 'hoca efendi, yanlış konuşuyorsun, ALLÂH affedicidir, insanlar kul olarak hata işleyebilir, sizin insanları ürkütmeye hakkınız yok' diyor. Babamın dini eğitim meselesindeki hassasiyeti bununla ilgiliydi efendim. İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitülerini açmaktaki maksadı, dinimizi doğru anlayan ve anlatanların yetişmesi idi. Milletimiz, İslamiyeti bütün güzellikleriyle anlatabilecek kişilere muhtaç idi. 'Temizliğin imandan' olduğunu söyleyen, çalışmayı emreden ve Hz. Ömer'in ağzı ile, 'çocuklarınızı sizden sonraki zaman için hazırlayın', diyen bir dinin mensupları eğer ilimsiz kalmışsa, tembel kalmışlarsa, geri kalmışlarsa, bunun sebebi İslamiyet olmamak icap eder' diyor bir mektubunda.'
Garp cephesini heyet halinde ziyaretimiz sırasında geçen birkaç hadiseyi anmak, o günleri biraz daha aydınlatmak için faydasız olmaz.
Bir akşamüstü, rahmetli Halit Paşa'nın karargâhına henüz varmıştık. Paşa bizi nezaketle karşıladı. Çadırına götürdü. Orada dağın başında mümkün olan ve elinden gelen ağırlamada bulundu. Konya Saylavı Hoca Vehbi Efendi nargilesini kurmuş, keyfine bakıyordu. Bir aralık dumanını savurarak Halit Paşa'ya: "Oğlum Halit! Biz sizi buralarda Ankara kapılarında değil, İzmir içinde görmek ve tebrik etmek isterdik!.." dedi.
Halit Paşa, bu sözlerden çok alındı ve üzüldü. Ve hemen ayağa kalktı. Hiddetle Hoca'nın yüzüne baktı:
"Bana bak Hoca Efendi. Sizden ders dinlemek istemiyoruz. Siz mebusluğunuzu gidiniz Meclis'te yapınız. Eksiklerimiz varsa onları bize siz değil, amirlerimiz yapar. Hem sen ne zannediyorsun, karşımızdaki Yunan ordusu, Osmanlı ordusuyla mi muharebe ediyor? O bizim ordunun cenazesiyle dövüşüyor. Bu cenaze yanın kefenini yırtacak düşmanı boğacaktır. Rica ederim, yaralarımız derindir. Bir de siz tuz ekmeyiniz" dedi.
Heyete telaş düştü, Hoca Efendi, "Maksadım yanlış anlaşıldı" demek istediyse de Paşa dinlemedi. Çadırı terk etti ve gitti. Trabzon Mebusu Hüsrev Bey'le onu teskine çalıştık. Fakat faydası olmadı. Ve bir daha yanımıza gelmedi. Heyet ağırsandı [istiskal edildi].
Kemal Tahir’in Göl İnsanları kitabı toplamda sekiz hikâyeden oluşmaktadır. Kitabın ilk halinde yer alan ilk dört hikaye öncelikle 1939-1941 arasında Tan Gazetesinde tefrika edilmiş, 1955’te de kitap olarak yayımlanmıştır. Diğer dört hikaye ise daha sonra 1969’da aynı adla yayımlanan kitaba yazar tarafından eklenmiştir. Hikâyeler okununca
İmam Efendi bir şeyler söylemek istedi: "Allah taksiratını affetsin!" Cavit Bey sinirlendi: "Günahsız insan yoktur Hoca Efendi ama bu işte taksirahatım yoktur."
"Emme sana Hoca demeyelim gayri Hoca Efendi. Kusura kalmazsın değ mi? Sana Ağa deriz. Bana da ağa derler. Karışmasın diye sana gel Küçük Ağa diyelim..."