“Bu roman Justine'in bir devamı değil ana baba bir kardeşidir.” demiş Durrell kitabın hemen başında. Meğerse devam kitabı sadece sonuncusuymuş. İlk defa bir seri kitapta buna benzer bir şey görüyorum. Üst üste binmiş, iç içe geçmiş üç kitap, -üç kardeş- sırayla çıkıp konuşuyor da sanki, en büyükleri, kendi zamanını bekliyor, her şeye son şeklini vermek için.
Belirsiz anlatıcı İskenderiye’den uzakta, bir adada. Belleğinin karışıklıkları İskenderiye’yle dolu hala. Düşlerini, kabuslarını hala İskenderiye’den getirtiyor. Geçen zamanın çoktan çiğneyip tükürdüğü kabuslar, yüzü kırışıklıklarla dolu düşler bekliyoruz. Ama hayır, turfanda gelenlerin hepsi.
Justine’i okurken olup bitenleri okuyoruz yine yeniden, ama sanki tüm o olup bitenleri anlatıcının yanında dikilip izleyen biz değilmişiz gibi. Balthazar’ın gözlerinden önümüze açılan pencereden bakarken, gerçeklerimiz eğilip bükülüveriyor. Doğru bildiklerimiz kılık değiştirip kahkahalar eşliğinde dans ediyor.
Kendi seçtiğimiz yalanlar üzerine kurulu hayatlar yaşadığımızı söylemeye varmıyor dilimiz. Onun yerine, nasıl da sersemlemişiz, kandırılmışız diye fısıldıyoruz anlatıcıyla birlikte. “Ola ki sevmek sersemlemektir..”
İlk kitaptaki toz kokusu o kadar keskin gelmiyor artık bu kitapta, renklerin cümbüşü biraz da olsa körelmiş, şarkılar daha sessiz. Ama yine de, okuduğum sayfa bitiyor diye telaşlanarak bir günde yiyip bitirdim ben bu kitabı. Uzun zamandır bu kadar içine düştüğüm bir kuyu olmamıştı, ne güzel çekti beni içine İskenderiye.