Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
'Georges de La Tour'un 1600’lü yıllarda yaptığı iddia edilen bu tablodaki insanların kıyafetleri sanki 1600'lere değil de 1700 lere ait gibi.' Ve gerçekten araştırmaya başladı. Adamın tam üç yıl boyunca o tablodaki bir kıyafetin tek bir düğmesini araştırdığı söyleniyor. Özel bir düğme tipi. Üzerinde küçük kareler olan ve tablodaki erkeğin pelerininin yakasını iliklediği bir düğme. O düğmenin üreticisini buluyor bu adam Düşünsene, üç yıl bir düğmeyi araştırıyor, nihayet üreticisini buluyor, Paris'te 1800'lerde kapanmış bir düğme imalathanesi olduğunu tespit ediyor. Paris ticaret sicil kayıtlarında araştırma yapıyor ve görüyor ki, o üreticiye patentli olan bu düğmenin üretildiği imalathanenin kuruluş tarihi 1710. Yani Georges de La Tour öldükten 100 yıl sonra! Tablonun sahte olduğuna dair ilk şüphe böyle başlıyor. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Tablonun sonraki yıllarda yapılmış sahte bir Georges de La Tour olduğu ortaya çıkıyor. Işte buna 'merak' diyoruz. Bir sanat eksperi aynen cinayet araştıran bir dedektif gibi iyi koku alan bir buruna içini sürekli olarak kemiren bir meraka sahip değilse ne tecrübesi ne bilgisi ne de kullandığı teknoloji bir işe yarar."
Sayfa 140Kitabı okudu
Kameriyesi olan , üzerindeki asmaların güneş ışığına yeşil küçük kareler halinde parlak koyu ve sığ bir su üzerine yansıttığı bir çiftlik bahçesindeki bir havuzda, kağıtttan kayıklar yüzdüren bir çocuk olmayı ne kadar isterdim.
Sayfa 84
Reklam
Aynı kağıda zaman ve sabırla yeni çizgiler çizmekle, birazını silmek, birazını kalınlaştırmakla, bir köşesine renkli çiçekler, bir diğer köşesinde ne yaptığını düşünmeden küçük kutular, kareler, spiraller çizmekle de ilgili hayat. Çalışmakla, pişirmekle, bazen gayret, bazen pes etmekle, kendini içinde iyi hissedeceğim rahat bir sen yaratmakla ilgili.
Arendt ve Heidegger
İki haftadan kısa bir süre sonra Heidegger aşkını ilan etti. Arendt ve Heidegger ilişkilerinin ilk yılında Heidegger'in ofisinde, Arendt'in çatı katının mahremiyetinde gizli gizli buluştular, ormanda uzun yürüyüşlere çıktılar. Heidegger mektuplarını Alman yazı tipi olan küçük Fraktur el yazısıyla yazdı ve bunları esas kapının altından attığında dışarıdan hiçbir yazı görünmesin diye minik kareler oluşturacak şekilde katladı.
Daha sonra on sekizinci kitaba geçti. On sekizinci kitap, meşhur Küçük Prens kitabının özel bir baskısıydı. Fransa'da, ansiklopedik boyda çizimler yapılarak, normalden çok daha kalın ve özel adetli üretilmişti. Eren kitabı görünce birden zihninde kareler canlandı. Annesiyle defalarca bu kitabın içindeki çizimlere bakmışlar, annesi de kitabı Türkçe başka bir tercümesinden ona seslendirmişti. " Sadece çocuklar ne aradıklarını biliyorlar."
Sayfa 274 - Yediveren YayınlarıKitabı okudu
Yaşamında ilk kez okula giden, okulun eşiğini aşarak eğitim yaşamına adım atan her çocuk, sınıfa Luria’nın köylülerinin bir minyatürü olarak, beraberinde sözellik dünyasının büyülü heyecanını sürükleyerek girer. Bu çocuk okula yalnızca henüz tam olarak anlaşılamayan bazı niteliklerini getirmekle kalmaz, aynı zamanda dünyayı öğretmenine ve okula tümüyle yabancı bir şekilde algılatmaktadır. Bu algılama biçimi öylesine farklıdır ki, koca bir öğretmen ve idareci ordusu bile çocuğun önündeki en az sekiz yıllık öğrenim yaşamında nasıl bir başarı göstereceğini testlerle ölçemez. Çocuğun sözellikle arasındaki sıkı bağ, onu tıpkı Luria’nın köylülerinde olduğu gibi, böyle zamansız psikometrik girişimlerden korur. Kimse çocuğun zekâsını ölçemez çünkü tüm ölçüm araçları okuryazarlar için tasarlanmıştır. O durumda bir çocuk ancak gözlemlenebilir, davranışları ancak tartışma yoluyla değerlendirilebilir. Arkadaşlarıyla oynuyor mu? Paylaşmayı biliyor mu? Yalnız bir çocuk mu? Bütün bu sorular çocuğun içinde bulunduğu grupla arasındaki ilişkileri tanımlamaya yöneliktir çünkü çocuk hâlâ kendini bir kabilenin üyesi gibi hisseder. Küçük çocuklar Luria’nın köylüleri gibi düşünür, sorulan her soruyu, söylenen her sözü somut anlamıyla algılarlar. Şekilleri ve biçimleri yakın çevrelerindeki nesneler olarak tanımlarlar. Daireler aydır, kareler ise oyuncak küp.
Reklam
Deneyim ve Apriori Bilgi
Sa­dece duyulara dayanan algıya başvurmak, dayanmak söz konu­su olursa, çok kolayca Sofistlerden Protagoras’m şu düşünce­siyle karşılaşılır: İnsan, hem de her tek insan, içinde bulunduğu duruma göre her şeyin “ölçüsüzdür. Zira algılar, duyu verileri, daima duyu organlarının durumuna göre görelidir; yani onlarındurumuna bağlıdır. Soğuk bir ele ılık
Sayfa 76 - DOĞUBATIKitabı okudu
s.63-65
İsveç askerî sisteminin üstünlüğü, 1650 yılının Eylül ayında, Leipzig'in hemen dışında gerçekleşen Breitenfelt savaşında tam olarak kendini gösterdi. 10.000 süvari ve 21.400 piyadeden oluşan, aynı zamanda deneyimli bir general tarafından (Kont Tilly) komuta edilen tecrübeli İmparatorluk ordusu, otuz/elli boyutunda kareler halinde sıralanmış olup, yirmi yedi adet sahra topu ile takviye edilmişti. Diğer taraftan, İsveçliler ve onların Alman Protestan müttefiklerinin elli bir adet ağır topu vardı. Her bir alay, dört hafif sahra topu ile desteklenmişti. 13.000 kişilik bir süvari ekibiyle korunan 28.000 piyade askeri, altı saf halinde sıralanmıştı. Savaş şu şekilde cereyan etti: Gustavus'un yanında savaşan Alman birlikleri bir saat sonra bozguna uğradılar, fakat İsveç ihtiyat birlikleri mükemmel bir düzen içerisinde ilerleyerek onların yerini aldı. Savaşın ikinci saatinde ve sonrasındaki bozgunda, İmparatorluk ordusunu 2/3'ü ve tüm silahları zayi oldu, sancakların 120'si İsveçliler tarafından ele geçirilerek Stockholm'deki Riddarholm Kilisesi'nin dekorasyonunda kullanılmak üzere geri gönderildi. Bu zaferi, İsveç'in hemen hemen hepsinde galip geldiği küçük karşılaşmaların eşlik ettiği, Lützen (1632), Wittstock (1636), II. Breitefelt (1642) ve Jankov (1645) zaferleri takip etti. Bu itibarla, Avrupa'nın diğer büyük ordularının zaman kaybetmeden İsveçlilerin savaş metotlarını taklit etmeleri hiç de şaşırtıcı değildir.
Sayfa 65 - Küre Yayınları
Gittikleri yere varmaları uzun sürmedi. Bruno, gördüğü şeylere şaşkınlıkla bakıp kaldı: Hayalinde, bütün barakalar mutlu ailelerle doluydu. Bazıları, akşamları sallanan sandalyelerde oturup hikâyeler anlatır; çocukken her şeyin nasıl daha iyi olduğunu, büyüklerine ne kadar saygılı davrandıklarını, bu zamane çocukları gibi olmadıklarını söylerlerdi. Burada yaşayan bütün oğlan ve kızların ayrı gruplarda futbol ve tenis oynadıklarını, yere seksek için kareler çizdiklerini düşünüyordu. Ortada bir dükkân olacağını düşünmüştü ve belki Berlin’de gördükleri gibi küçük bir kafe. Acaba meyve ve sebze tezgâhı var mıdır diye merak etmişti. Ama sonuçta, vardır diye hayal ettiği hiçbir şey... yoktu!.. Sundurmalarının altında sallanan sandalyelerinde oturan büyükler yoktu!.. Ve çocuklar gruplar halinde oyun oynamıyorlardı!.. Meyve ve sebze tezgâhları olmadığı gibi, Berlin’deki gibi bir kafe de yoktu!.. Bunun yerine, toplanıp oturan insan grupları vardı. Hepsi yere bakıyor ve berbat bir şekilde mutsuz görünüyorlardı. Tek ortak noktaları, hepsinin korkunç derecede zayıf, gözlerinin içeri çökmüş ve kafalarının kazınmış olmasıydı... Bruno’nun düşüncesine göre, burada da bit salgını olduğu anlamına geliyordu bu
32 öğeden 21 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.