Feride’nin yaşadıklarını öyle derinden hissediyorsunuz ki… Sanki her anında yanındaymışsınız da onunla birlikte yaşıyormuşsunuz gibi… Bir kadının hislerinin erkek bir yazar tarafından böyle içtenlikle hissettirilebilmesine hayran kaldım. Aynısını Zülfü Livaneli’nin Serenad kitabında da yaşamıştım.
Feride aslında Kamran’dan değil kendinden, duygularından kaçmaya çalışıyordu. Kaçmaya çalıştıkça içindeki alev daha da harlandı belki ama Feride bunu gizlemeyi o kadar iyi başardı ki… Hayrullah Bey hariç tabii.
Mücadelesinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Hayatta kendine bir gaye edindi ve muallimlik mesleğini icra edebilmek, hiç değilse onunla hayata tutunabilmek için adeta bir “Çalıkuşu” edasıyla oradan oraya gitti, daldan dala kondu.
Munise’nin “abası” oldu belki ama Feride de aslında onun gibi bir çocuktu. Onunla büyüdü. Gittiği yolda en büyük destekçisi her zaman o oldu. Küçük olsa bile Feride’nin bir bakışı yeterliydi Munise’nin neler olduğunu anlayabilmesi için.
Güç yollardan geçti, insanlığa ve insanlara dair pek çok olaya şahit oldu Feride. Oysa kitabın sonlarında yer alan şu sözleri hayattan öğrendiği mühim şeyi özetliyordu aslında: “Erkeklerin büyük kısmı çok fena, çok zalim, bu muhakkak. Kadınların hepsi iyi, hepsi mazlum, bu da muhakkak. Fakat erkeklerin, sade kalbiyle ve dimağıyla yaşayan pek az kısmı var ki, onlardaki gönül temziliğini her kadında bulmak mümkün değil.”
Atatürk’ün de en sevdiği kitapların başında gelen bu romanı mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Herkesin kendine dair bir parça bulup Feride ile birlikte tecrübe edeceği keyifli okumalar diliyorum.