Çoğu postmodern kuramcının işaret etmeye çalıştığı üzere, duygularımızı sürekli itiraf etmemiz gereken bir çağda yaşıyoruz: Ne istediğimizle ilgili dergi anketlerine, han- gi siyasetçileri sevdiğimizle ilgili saha araştırmalarına, reklam kampanyalarına nasıl tepki verdiğimizle ilgili odak gruplarına biteviye yanıtlar veriyoruz; televizyonda yayınlanan spor mü- sabakaları, savaşlar, kazalar ve suç teşkil eden olaylar, bunla- rın hepsi duygu uyandırma amacı güdüyor. Havuzdan çıkan olimpik yüzücü, kurbanın mahkemeden çıkan yakınları, kaza sonrası enkazdan sağ çıkarılanlar mutlaka kameraların önüne geçip ne hissettiklerini açıklamak zorunda. Eğlencemiz, sosyal değerlerimiz, hatta yaptığımız işler ve seçtiğimiz hükümetler; tatmin, haz, hoşlanma veya hoşlanmama, heyecan ve sıkıntı, sevgi ve nefret üzerinden düşünülüyor. Bir zamanlar kendimizi değer ve kimlikler üzerinden tanıdığımız dünyanın yerini, kesintisiz coşku ve yas, zafer ve travma, kayıp ve başarı dalga- ları aldı; doğum, ölüm, hayatta kalma, suç, tüketim, kariyer, bunların hepsi artık duyguların bahanesi oldu. Ekonomi bile tüketici hassasiyetini gösteren, titizlikle hazırlanmış grafiklerin güdümüne girdi.