On altı yıl öncesi, bir Anadolu kentinde “Yaban Çilekleri”ni çevirirken, nemli bir ağustos gününde, yıllar öncesi Türkiye’den ayrılmış bir fotoğrafçı ve ressamla, İsveç’te yaban çilekleri toplayacağımı düşünemezdim bile. Bir düşten de öte. Bu nemli yapraklar içinde koyu kırmızı çilekler bir yaşamdan da öte… Yoksa vaat edilen cennetlerin çilek tarlalarında mıyız. Çünkü bu sessizlik, bu ayakların yere basmadığı, düşüncelerin ve sözcüklerin kimseye ulaşamadığı bir ülke, bu yaşam ve ölüm arasında uzanan sessizlik, bu serin ülke, insanların yalnızlıkları içinde gözlerini bile kaldırıp ötekine bakmadığı ülkenin daha kuzeyindeki kapılar, gerçekten belki ölüme giden yollarla dolu. Ölüm sonsuzluğu, ölüm uzantısı, ölüm ölümsüzlüğü var burada. Şimdi gene düşüncelerinin daha önceki yazılara kıymasına izin verme.
Kim ki Roma’dan Viyana’dan bir kilisenin önünden geçerse bir Fatiha okusun öyle geçsin. Çünkü o kabirlerde Hristiyan olarak gömülmüş nice aslında Müslümanlar casuslar bulunmakta.
Aslolan patlamak, kendini yemektir. Yahut da tam tersi, helâl haram gözetmeden siftinmek, köpekler gibi düzüşmektir. Şüphesiz haysiyetle ilgisiz bir dünya bu.