Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Kadir

Şekel / Mana / Pound
Şekel sözcüğü günümüzde İsrail'in kullandığı para biriminin adıdır. Bir şekilde de, dört bin yıl öncesine giden bir ticari geleneği hatırlatmaktadır. Yine günümüzdeki benzer bir uygulama İngiltere'de yaşanmaktadır; Birleşik Krallığın para birimi olan Pound, aynı zamanda 454 grama karşılık gelen ve halen kullanılan bir ağırlık birimidir. Bir dönem, aynı Mana gibi 454 gram gümüşün değerine karşılık geliyordu.
Reklam
Peleset / Pelasglar / Filistinliler
Peleset adının, neredeyse kesin bir şekilde, Kutsal Kitaptaki Filistin olduğu pek çok bilim adamı tarafından düşünülmektedir. Ayrıca bu halkın Anadolu ile çok yakın bir ilişkisi olduğuna kanıt olarak metal işlemedeki ustalıkları öne sürülmekte ve Levant sahilinde, Tell Jemmeh, Farah, Hazor ve Ashdod'da bulunan demir eserler gösterilmektedir. Ancak başka işaretler de halkın Miken Grekleri ile olan yakın ilişkisini ve Girit ile olan bağını akıllara getirmektedir. Woudhuizen de tezinde, Pelesetleri Yunanistan'ın eski halklarından Pelasglarla ilişkilendirmiş ve bu halkın bir bölümünün önce Girit'e göç ettiğinin, oradan da Levant'a yerleştiğini söylemiştir. Pelasgların bir diğer bölümü ise Anadolu'daki öncelikle Mysia ve Lidya'ya göç etmişler, daha sonra Levant bölgesine gelmişlerdir. Bu iddia Peleset/Filistinlilerin hem Anadolu hem de Miken/Girit özellikleri taşımalarını açıklar nitelikte durmaktadır. İncil'de de Filistinlilerin Girit'ten geldikleri ile ilgili bölüm bulunmaktadır. (İncil-Bölüm: Amos 9:7) "Siz İsrailli değil misiniz? Benim için Cushitelerle* aynı diye ilan etti Tanrı. "Ben İsaraili Mısır'dan, Filistinlileri Caphtor'dan** Ve Arameanları Kir'den getirmedim mi?" *Yukarı Nil bölgesinden bir halk. ** Caphtor, çivi yazılı metinlerde geçen Kapturi ve Kaptara ile eşitlenebilir. Dolayısıyla Girit olarak anlaşılması büyük olasılıkla doğrudur.
Hammurabi ve Şiir
Hammurabi, hanedanının sonraki literatüründe çok farklı bir bağlamda yine ortaya çıkar: bir kadınla sadakatsiz sevgilisi arasındaki ironik diyalogda. Kadın adama aşkını ilân eder ama adam onu en kaba şekilde reddeder. Adam, cümlelerinden birinde aşk tanrıçasına ve Hammurabi'ye başvurur: "Nanaya ve kral Hammurabi adına yemin ediyorum sana, Bunlar gerçek hislerimdir, Senin aşkın benim için kaygı ve kederden ibarettir." Reddedişini güçlendirmek için tanrının ve kralın önünde yemin etmek üzücü bir durum olsa gerek.
Sayfa 123Kitabı okudu

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Hammurabi Kanunları
Hammurabi'nin kanunlarının en meşhur kuralı, "göze göz, dişe diş" olarak bilinir ve Tevrat'ta da aynen geçer. Başkasını fiziksel olarak yaralayan kişi, aynı şekilde cezalandırılır: "Eğer bir adam, bir adamın oğlunun gözünü kör ederse, onun gözünü de kör edeceklerdir. Eğer bir adamın kemiğini kırarsa, kemiğini kıracaklardır." Bu durum ihmal vakaları için de geçerlidir: "Eğer bir mimar, bir adama ev yapıp, yapıtını sağlam yapmazsa ve yaptığı ev çöküp, evin sahibinin ölümüne sebep olursa, o mimar öldürülecektir. Eğer evin sahibinin oğlunun ölümüne sebep olursa, o mimarı oğlu öldürülecektir." Ama bu kural, o kadar da basit değildir, çünkü kurbanın ve suçlunun sosyal konumları da hesaba katılmaktadır. Ancak ikisi eşit konumdaysa ceza ile suç aynı olur. Fiziksel yaralanmalarla ilgili liste şöyle devam eder: "Eğer bir adam bir muşkenum'un (secde eden -bir kuruma bağımlılığı ifade eder) gözünü kör eder veya kemiğini kırarsa, bir Mana gümüş ödeyecektir. Eğer bir adamın kölesinin gözünü kör eder veya kemiğini kırarsa, fiyatının yarısını ödeyecektir." Diğer yandan: "Eğer bir adam, kendinden daha büyük (üstün) olan bir kimsenin yanağına vurursa sığır kuyruğundan bir kamçı ile kalabalığın önünde 60 defa kırbaçlanacaktır." Demek bu cezalar ancak taraflar sosyal bakımdan eşit olduğunda eşit oluyordu. Aksi takdirde sosyal farkın durumuna göre daha sert ya da daha yumuşak olabiliyordu.
Sayfa 100Kitabı okudu
Larsa'nın İşgali ve İlhakı
Larsa'nın işgali ve ilhakı, büyük bir askeri ve siyasi başarıydı ve Hammurabi, krallığının otuz birinci yılına bu başarının adını verdi: "Kral Hammurabi'nin, ordularının yolunu açık eden tanrılar An ve Enlil'in yardımıyla, ulu tanrıların kendisine verdiği üstün güçler sayesinde Yamutbal ülkesini ve Kralı Rim-Sin'i yendiği yıl". Sonraki yirmi yıl boyunca güney ve kuzey Babilonya birleşik kaldı ve bu durum bölgenin siyasi yapısı üzerinde kalıcı etkiler bıraktı. Hammurabi'nin halefi Samsuiluna döneminde güney tekrar bağımsızlığını kazanmasına rağmen, bin yıldan uzun süredir süren Babilonya'da hâkim olan balkanlaşmaya bir daha dönüş olmadı. Yaklaşık olarak 3000 yılından beri, bölgede küçük arazilere sahip şehirler politik merkez işlevi görmüştü. Dolayısıyla, hâkim siyasi varlıklar şehir devletleriydi. Bir şehir devletinin diğerlerine baskın çıktığı dönemler olmuştu ama bu birleşme dönemleri geçiciydi ve kısa süre sonra rekabet eden şehir hanedanlıkları sistemine dönülüyordu. Tüm bunlar Hammurabi'nin kısa süreli ama temel değişiklikler yaratacak şekilde birlik sağlamasıyla son buldu. Babilonya, bir daha hiç şehir devletleri diyarı olmadı; hükümdarları kırsala farklı düzeylerde hâkim olan, tek bir başkentten yönetilen büyük bir teritoryal devlete dönüştü. Birbirleriyle rekabet eden şehir devletleri bir daha ortaya çıkmadı. Hammurabi'nin hükümdarlığının siyasi açıdan en kalıcı sonucu bu olmuştu.
Reklam
Fakat kladistler olarak adlandırılan bir başka sınıflandırma okulu, sınıflandırmanın genetik uzaklık ve farklılaşma zamanına dayanarak nesnel ve değişmez olması gerektiğini öne sürer. Bugün tüm sistematikçiler kırmızı gözlü ve beyaz gözlü vireoların Vireo cinsine, gibonların farklı türlerinin de Hylobates cinsine dâhil olduğu konusunda hemfikirdir. Yine de bu türlerin üyeleri birbirinden genetik olarak, insanın diğer iki şempanzeye olan uzaklığından daha uzaktır ve daha önce ayrılmışlardır. Bu temele göre demek ki insanlar farklı bir ailede ya da cinste yer almaz, sıradan şempanze ve bonobolarla aynı cinse aittirler. Cins ismimiz olan Homo, diğer şempanzelere verilen cins ismi olan Pan'dan daha önce önerildiği için zoolojik adlandırma kuralları gereği öncelik kazanmıştır. Dolayısıyla bugün dünya üzerinde Homo cinsine ait bir değil, üç şempanze türü bulunmaktadır: sıradan şempanze Homo troglodytes, bonobo Homo paniscus ve üçüncü şempanze Homo sapiens. Gorillerin, yalnızca çok az farklı oldukları için Homo cinsinin dördüncü bir türü olmaya neredeyse eşit hakları bulunuyor.
Sayfa 26
"İnsan hayatının tamamını dört duvar arasında geçirebilir. Kendisini tutsak olarak hissetmediği müddetçe tutsak sayılmaz. Ama kainatın sonsuz büyüklüğünü, milyonlarca yıldızı, galaksiyi görüp, onlara asla erişemeyeceğini bilen biri için koskoca dünya hapishaneden farksızdır. İdrak ettikleri şey zamanın ve mekanın tutsağı haline getirir."
Sayfa 497Kitabı okudu
Önünde bir başka araştırmanın sonuçları vardı, bir Amerikan gazetesinin dünyanın en yüksek yaşam standardına sahip ülke olarak nitelediği Kanada'da yapılmış bir alan araştırmasıydı bu. "15-34 yaş arası kişilerin yüzde 40'ı, 35-54 yaş arası kişilerin yüzde 33'ü, 55-64 yaş arası kişilerin yüzde 20'si şu ya da bu türde bir akıl hastalığı geçirmiştir. Her beş kişiden birinde halen psikiyatrik bir bozukluk olduğu, her sekiz Kanadalıdan birinin hayatta en az bir kez zihinsel bozukluklar yüzünden hastaneye yatırılacağı tahmin edilmektedir." "Onların pazarı bizimkinden geniş," diye düşündü Dr. İgor. "İnsanların mutluluk olasılığı ne kadar yükselirse, mutsuzlukları da o kadar artıyor demek."
12. yüzyılın ortalarında...
Fâtımî Halifeliği'nde Müslüman olmuş ya da olmamış Ermeniler'in oynamış olguları oldukları rolü görmüştük¹³. ¹³ Bu dönemde Fâtımîler ordularında Türkler'i istihdam etmemişlerdir. Onlar, Türkler'in şüphesiz Suriye'deki soydaşlarıyla temaslar kurmalarından endişeleniyordu.
Sayfa 183Kitabı okudu
Bizans'ın Anadolu ve Suriye'ye yönelik politikası bir denge harekâtı üzerine kurulmuş görünüyordu. Haçlı seferi sırasında, Aleksios Komnenos, Anadolu'nun batı kıyılarının bir bölümünü Türklerden almak için hazır bulunan gücü kullanmıştı. Fakat Bohemond ile çatışmaya girmesiyle birlikte, Aleksios şöyle bir değerlendirme yapmış görünüyor: Suriye'nin kuzeyinde Bizans'ı hiçe sayan bir Norman prensliğini desteklemektense geçici olarak Anadolu Platosu'nu iyi teşkilatlanmamış yarı göçebelerin talanına terk etmek, kıyılar elinde bulunduğu sürece, kötünün iyisidir. Aleksios belki hükümdarlığının sonunda bu politikayı değiştirme eğiliminde olmuştu. Onun halefi İoannes Komnenos ise Türklere karşı daha atılgan bir tavır takınmıştı. Bununla birlikte o Suriye'ye hâkim olma fikrini de terk etmemişti. Frank devletlerinin varlığını fiilen kabul ediyordu ama Bizans'ın eski eyaleti olan, kendisine en yakın ve kendisi için en önemli olan, en baştan beri Müslümanların karşı saldırılarıyla tehdit edilen, artık kendisine karşı koyamayan, Antakya'nınkini, babası kadar enerjik biçimde reddemezdi. Bu şartlar altında, İoannes Komnenos dengeli bir bölge siyaseti oynamayı deniyordu; Antakya Franklarına vasallığı kabul ettirecek, buna karşılık onlara Müslümanlara karşı yardım yapacaktır. Böylesi bir siyasi oyunda Frankların nazarında kabul etmeyi gereksiz kılan Müslüman tehlikesini yok etme noktasına gidilmeyecektir (1137'deki Antakya Seferi)⁷. ⁷ Kudüs Kralının Antakya ile çok az meşgul olduğunu not etmeliyiz. İoannes Komnenos'un hizmetinde Franklar vardı. Papa, eğer Antakya'ya saldırırsa onları geri çekmekle tehdit etmişti.
Sayfa 181Kitabı okudu
Reklam
Bilge birisi kendisini eylemlerinden ve sonuçlarından sorumlu görür; bilgelikten hiç nasiplenmemiş insan ise kendini sadece niyetlerinden sorumlu sayar.
Sayfa 142Kitabı okudu
Zerdüştlüğün Kitabı "Avesta"
Eşkânîlerin resmen Zerdüşt dinine inandığı hakkında elimizde bilgi yoktur. Ama rivayete göre Zerdüşt dininin kitabı Avesta'nın, Eşkânî Hükümdarı I. Belâş zamanında (M.Ö. 51-78) tedvin edilmiştir. Ama bu konu şüphelidir. Çünkü Nâme-i Tenser'de anlatılanlara göre: Büyük İskender'in Avesta kitabını yakmasından sonra hiç kimsenin bu kutsal kitabı bir araya getirmediği ve İran halkının da zamanla Avesta'yı akıllarından çıkarmaya başlamasıyla da toplumda fesat, bidat ve kargaşalıkların yaygınlaşmaya başladığı kaydedilir. Nâme-i Tenser'de, Sâsânî Şahı Erdeşir'den başka hiç kimsenin İran'ın başına bela olan bu kötülükleri bertaraf ederek, toplumu iyi bir seviyeye getirmediği belirtilmektedir.
Sahabenin tümünün 'udûl' (masum, yalandan uzak) sayılması şeklindeki şirk bühtanının dine yamatılmasını imkân dışı kılan ve en kuvvetli mütevatır iki hadisten biri sayılan 'Kevser Havuzu Hadisi'ni, Buharî'nin on küsür yolla sayfalarına aktardığı şekliyle görelim: "Mahşerde benim havuzumun başına ilk gidecek olanınız benim. Sizden bazı kişiler oraya getirilecekler: ben onları tanıyacağım, onlar da beni tanıyacaklar ama ardından benim yanımdan çekilip alınacaklar. Ben şöyle yakınacağım: 'Rabbim, bu nasıl olur, bunlar benim ashabım?' Bana, şöyle cevap verilecek: 'Onların senden sonra neler yaptıklarını sen bilmiyorsun. Onlar senin arkandan irtidat edip tekrar eskiye döndüler.' Sonra oradan biri çıkıp bunları alacak ve bir yere doğru götürecek. Ben, 'Nereye götürüyorsun bunları?' diye sorunca da şu cevabı verecek: 'Vallahi onları cehenneme götürüyorum."
Şam'ın uydurma hadislerle yüceltildiği sırada, Ebu Hureyre tarafından 'cehennem kenti' gösterilen yerlerden biri de Konstantiniyye yani İstanbul'dur. Ne ilginçtir ki, aynı İstanbul, Muaviye'nin melun oğlu Yezid'in komutasında kuşatıldığında Emevîler adına hadis uydurma uzmanları hiç vakit kaybetmeden şu uydurmayı piyasaya sürmüşlerdir: "Konstantiniyye elbette fetholunacaktır; ne güzel komutandır onu fethedecek komutan ve ne güzel ordudur onu fethedecek ordu!"
Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer dönemlerinde toplanıp sonra tedvinlerinden vazgeçilen hadislerin sayısı 500 iken sonraları, hadislerin sayısı 1,5 milyonu bulmuştur. Buharî, kitabındaki 5 bin civarında (tekrarsız 4 bin) hadisi 600 bin hadisten seçtiğini söylüyor. Müslim, kitabındaki 4 bin hadisi 300 bin hadisten, Ebu Davud, kitabındaki 4 bin küsür hadisi 500 bin hadisten seçtiğini söylüyor. Eserinde mükerrerler hariç 30 bin hadis bulunan Ahmed bin Hanbel'in bu hadisleri bir milyonluk bir hadis havuzundan seçtiği rivayet ediliyor. Taberî'nin el-Mu'cem'inin 60 bin hadisten oluştuğu bildiriliyor. Oynanan oyunun ve İslam ümmetine musallat edilen facianın boyutlarını bundan daha açık bir biçimde gösteren tablo bulunamaz. İsnat edildikleri insana en yakın sözler, onun ölümünden yüzyıllarca uzak zamanlarda binlerle hatta milyonlarla ifade ediliyor. Bu ne demektir? Hz. Peygamber, öteki âlemden birilerine durmadan hadis mi gönderiyor da bu rakamlar oluşuyor?! Kur'an, "Aklını işletmeyenler üzerine pislik ineceğini" bildiriyor. O kitabın müminleri, akıllarını işleterek, az önce bahsettiğimiz garabetin arkasındaki rezalet ve ihaneti neden görmek istemezler? Bu inattan daha büyük bir 'pislik iniş sebebi' bulunabilir mi?
Teheccüd, uyku anlamındaki 'hücûd' kökünden türemiş bir sözcük olup 'uykuyu gidermek, uyuduktan sonra uyanmak' demektir. Kur'an, Hz. Peygamber'e "Kur'an'la teheccüd et yani Kur'an'la uykusuz kal!" emrini veriyor. Bunun anlamı, gecenin bir kısmını bir şekilde Kur'an okuyarak, Kur'an'ı inceleyerek geçir demektir. Kur'an ile uykusuz kalmak veya Kur'an için uykuyu bölmek şu şekillerden biriyle olur: 1. Kur'an'ı okumak, 2. Kur'an'la ilgili araştırma, bilimsel çalışma yapmak, 3. Kur'an'la ilgili yazılmış eserleri okumak, 4. Kur'an'la ilgili sohbet etmek, 5. Kur'an okuyarak namaz kalmak. Ne ilginçtir ki geleneksel anlayış, bu beş şıktan ilk dördünü -ki esas olan onlardır- yok saymış, hiç anmamış, sadece namaz kılmayı korumuştur. Bu kadarla da yetinmemiş, teheccüdü, namaz kılmakla dondurup kurallaştırmıştır. Nitekim meallerde teheccüd, sadece gece namazı kılmak diye tercüme edilebilmiştir. Tam bir Kur'an dışılık, tam bir saptırmadır.
Reklam
Grimm Kardeşler tarafından hazırlanan Almanca sözlükte yer alan Türk maddesinde şu ibret verici satırlar var: "Ortaya çıkış biçimleri bakımından Frankları, Normanları ve Gotları taklit eden bu Türkmenlerin, yendikleri halkların yasalarını, âdetlerini ve dinlerini benimsemeleri konusunda da onları taklit ettiklerini unutmamak gerekir. Aynı şekilde Tatarlar da Çinliler karşısında aynı şeyi yapmıştır; uygar halkların zayıf olsalar bile en güçlü barbarlara olan üstünlüğü işte budur."
Sultan Gıyaseddin Muhammed bin Bahaeddin Sam (1163-1203)
Dizak Savaşı'nda (1163), Oğuzlara karşı Gur sultanı Sultan Seyfeddin'i arkasından bir mızrakla vurarak kardeşinin de intikamınu alan Ebu'l-Abbas bin Şiş, bu savaştan sonra Gurlu ordusu Garcistan'ın merkez şehri Efşin'in Veraverd eyâletine geldiklerinde Gıyaseddin Muhammed'i devletin yeni hükümdarı olarak tanıdığını bildirdi. Gıyaseddin Muhammed
Sultan Alaeddin Hüseyin (Cihansûz) [1149-1161]
1149 yılında Firuzkuh'ta Gurlu Devleti tahtına çıktı. Aynı anne ve babadan olduğu iki kardeşinin aynı yıl içinde ve baba tarafından bir kardeşinin de 3 yıl önce Gazneliler tarafından öldürülmesi kendisinde bu devlete karşı müthiş bir kin ve nefret duygusu yaratmış ve gözünü intikam hırsı bürümüştü. Bu sebeple tahta çıktıktan kısa bir süre sonra
İspanya'dan kovulmanın henüz belleklerde taze olduğu ve hâlâ kaygı uyandırdığı 1523'te, Eliyahu Kapsali adlı bir Yahudi tarihçi tuttuğu bir güncede şunları yazıyordu: Osmanlı hükümdarı Sultan Bayezid, İspanya kralının Yahudilere yaptığı bütün kötülükleri duyup onların bir sığınak aradıklarını öğrenince, hallerine acıdı. Bunun üzerine ülkesinin her tarafına özel görevliler göndererek, kendisine bağlı kentlerdeki valilerin Yahudileri almama ya da sürme yoluna gitmemeleri, tersine onlara kucak açmaları gerektiğini duyurdu ve bu emrini yazılı hale getirdi. Ve böylece ülkesinin her tarafındaki bütün insanlar Yahudileri iyi karşılayıp gece ve gündüz korudu. Yahudilere kötü davranılmadı ve hiçbir zarar verilmedi. İspanya'dan kovulan binlerce ve onbinlerce kişi Osmanlı topraklarına vardı ve ülke onlarla doldu. Ardından Osmanlı topraklarındaki yahudi cemaatleri sayısız büyük hayır işleri yaptılar ve tutsakları fidye verip kurtarmak için su gibi para akıttılar.
Böylesine ıstırap verici seçeneklerle karşı karşıya kalınca, çok sayıda İspanyol ve Portekiz Yahudisi kendisine dayatılan inancı dışarıya kabul etme ve özel yaşamda reddetme tutumlarını birleştirerek, sorunlarına rahat olmayan ve tehlikeli bir çözüm buldu. Dönmeler resmî olarak conversos ya da nuevos cristianos (yeni Hristiyanlar) olarak anılıyordu; gayriresmî olarak ise çoğunlukla viejos cristianos (eski Hristiyanlar) tarafından marranos olarak nitelendiriliyordu. Asıl anlamı "domuz" olan ve mecazi bakımdan "domuzca karaktere ve huylara sahip bir kişi"yi ifade eden İspanyolca marrano sözcüğü, zaman içinde özellikle gizlice Yahudi ibadetini sürdürdüğünden kuşku duyulan yeni Hristiyanlar için kullanılır hale geldi. Bu anlamda marranizm, yani gizlice bir inanca bağlı kalırken görünüşte başka bir inancı kabul etme, hiçbir biçimde İber Yarımadası'yla sınırlı değildir; başka zaman ve mekânlarda birçok benzer örneği vardır. Ama önemli bir istisna dışında hiçbir yerde, derece ve etki bakımından İspanya ve Portekiz'deki gizli Yahudilerin düzeyine ulaşmamıştır.
Yahudilerin Ülkeden Çıkarılma Fermanı 31 Mart 1492'de Gırnata'da imzalanıp duyuruldu ve 29 Nisan'da yürürlüğe kondu. Bütün Yahudiler 31 Temmuz'a değin ya vaftiz olmayı kabul edecek ya da krallıktan ayrılacaktı.
Reklam
(...) Anadolu'ya 1492'de vardıklarında beraberlerindeki matbaayı da getiren İspanyol Yahudi sığınmacılara, padişah fermanı uyarınca Arap harfleriyle baskı yapmama koşuluyla, başkentte ve başka kentlerde kitap basma izni verildi. Daha sonra Hristiyan azınlıklar için de benzer fermanlar çıkarıldı. Osmanlı topraklarında 18. yüzyıla değin İbrani, Yunan, Ermeni, Süryani ve zaman zaman Latin harfleriyle kitaplar basılırken, Türklerin ve bütün Müslüman reayanın kullandığı harflerle hiç kitap basılmadı. (...)
Bazı Müslüman devletler ateşli silahları reddetme ya da bunlardan çok az yararlanma yoluna gittiler. Örneğin, Mısır'daki bir zamanların güçlü Memlûk Sultanlığı yiğitliğe yakışmayan bu silahları hor gören bir tavırla karşıladı ve kullanım alanını toplumsal bakımdan düşük konumlu unsurların asker yazıldığı küçük birimlerle sınırladı. Memlûklerin hem güneyden gelen Portekizlilere hem de kuzeyden gelen Osmanlılara karşı koyamaması şaşırtıcı değildi. Osmanlıların Mısır'ı fethetmesinden sonraki dönemi yazan Mısırlı tarihçi İbn Zünbül, bu konudaki Memlûk tavrını çok iyi dile getirir. Aktardığına göre, tutsak bir Memlûk emiri karşı karşıya kaldığı Osmanlı padişahı Selim'e şunları söyler: Dünyanın her tarafından derme çatma bir ordu kurmuşsun: Hristiyanlar, Rumlar ve ötekiker. Beraberinde de Avrupa Hristiyanlarının savaş meydanında Müslüman ordularının karşısına çıkma gücünü bulamadıkları bir sırada ustaca geliştirdikleri şu icadı getirmişsin. Bir kadın bu tüfek denen şeyi ateşleyebilirse bir alay adamı durdurabilir. Eğer bu silahı kullanmayı seçmiş olsaydık, siz bu işte önümüze geçemezdiniz. Ama biz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in sünnetini, Allah yolunda kılıç ve mızrakla cihada gitmeyi bir tarafa atmayan insanlarız. (...) Yazıklar olsun sana: Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine şehadet edenleri ateşli silahlarla nasıl vurabiliyorsun?
Gerçekdışı gibi gelen bu sahneler yüzünden, sık sık Hasan'ın adamlarının uyuşturucu kullandıkları ileri sürülmüştü. Ölüme gülümseyerek gitmeleri başka nasıl açıklanabilirdi? Afyonun etkisiyle böyle davrandıkları savına itibar ediliyordu. Bu fikri Batı'da yaygınlaştıran Marco Polo'ydu. İslam âlemindeki düşmanları, Hasan Sabbah ve adamlarını gözden düşürmek için kimi zaman Haşşaşiyûn, "afyon içenler" diye anmışlardı. Bazı doğubilimciler daha ileriki bir tarihte birçok Avrupa dilinde "katil" manasına gelecek "assassin" sözcüğünün buradan türediğini düşünmüşler, bu durum da "Haşşaşinler/Assasins" efsanesine iyice ürkütücü bir renk kazandırmıştı. Oysa gerçek farklıydı. Alamut'tan günümüze ulaşan metinlere göre Hasan müritlerine dinin "esasları"na bağlı kalanlar manasında "Esasiyun" demekten hoşlanırdı ve yabancı seyyahların yanlış anladıkları bu terim "haşhaş", afyon kuşkularının ortaya çıkmasına neden oldu.
Sayfa 132Kitabı okudu
... -Ne delili? Bu konularda gerçekten delil var mı ki? -Siz sünniler için delil diye bir şey yoktur, doğru. Muhammed'in ardında bir halife bırakmadan öldüğüne, müslümanların kaderleriyle baş başa bırakıldığına ve onların da en güçlünün ya da en kurnazın yönetimine girmeyi kabul ettiğine inanırsınız. Bu çok saçma. Biz ise Allah'ın Rasul'ünün,
Sayfa 108Kitabı okudu
Cihan'la aralarında her şeye rağmen bir benzerlik var mıydı? Bir ayrıntı ama devasa bir ayrıntı: İkisi de çocuk istemiyordu. Cihan, bir döl taşıyıp karnını şişirmeyeceğine karar vermiş ve bu konuyu kestirip atmıştı. Hayyam da, taptığı bir Suriyeli şairin, Ebulâla'nın vecizesini benimsemişti: "Beni dünyaya getirenin günahını çekiyorum, ben bu acıyı kimseye çektirmeyeceğim."
Sayfa 103Kitabı okudu
Sonraki aylarda üçüncü dereceden denklemleri ele alan çok ciddi bir eser yazmaya girişti. Bu cebir eserinde Hayyam, bilinmeyen sayıyı göstermek için Arapçadaki "şey" terimini kullanmış; İspanyolların ilmi eserlerine "xay" olarak geçen bu kelime zamanla kısaltılıp sadece ilk harfine indirgenmiş, sonra da "x" tüm dünyada bilinmeyen sayının simgesi haline gelmişti.
Reklam
Zamanın iki yüzü var, dedi kendi kendine Hayyam, iki boyutu var; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular.
Semerkant'ın kadılar kadısı Ebu Tahir'in ikamet ettiği Asfizar mahallesine götürülürken, Ömer'in aklından çıkmayan görüntü de bu değil miydi? İçinden yineleyip duruyordu: "Benim yıkanan kadınım sadece bir serap olsa da... Gerçeğin asıl yüzü o Façalı Surat olsa da... Bu serin gece ömrümün son gecesi olsa da... Bu şehirden nefret etmeyeceğim."