Mekan ve Portre Okuması: Osmanlı Dünyası
✺ ✺ ✺
1997 yılında Marmara üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını Eyyubiler hakkında yapan Önder Kaya, tarih alanında 13 kitabı olan ve bunlardan beş tanesi de İstanbul hakkındadır. Osmanlı Devletini konu alan “Osmanlı
Osmanlı, farklı dönemlerinden; Avrupa’ya etkisini gösterdiği dönemlerden bir tanesi de Kanuni Sultan Süleyman, dönemidir. Diplomatik diyalogların sık, Akdeniz’de etkili olunan bu dönemde başarılı seferlerle Osmanlının etkisinin artmasına sebep olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman kitabı, Anadolu ve çevresinde ortaya çıkan huzursuzlukları sebepler
KAHVE YEMEN’DEN (1517 yılına tarih düşülmüştür) de gelse, başka yerden de gelse (Tarihçimiz Peçevi, “Hakem namında bir herifin Halep'den getirdiğini yazar), pişirmeyi de içmeyi de dünyaya İstanbul öğretti. Eski İstanbul'da gönül dostları kahvehanelerde buluşur, kimi yoğun köpüklü, kimi kaymaklı Türk kahvesini eşliğinde derin sohbetin tadına varırlardı. Asıl amacın kahve içmekten çok, nezih bir ortamda (eski kahvehaneler elit insanların devam ettiği mekânlardı) sohbet etmekti. Bu yüzden şu söz darbimesel olmuştur:
"Gönül ne kahve ister, ne kahvehane,
Gönül sohbet ister, kahve bahane"
1603 yılında padişah olan Sultan I. Ahmed kardeşlerini öldürmeye lüzum görmedi ve 1617'de vefatından sonra, oğulları bulunduğu halde, bunlar yaşça küçük olduğundan kardeşi Sultan I. Mustafa tahta geçti. Böylece ilk defa bir padişahın yerine oğlu değil, kardeşi geçiyordu. Bu fiilen Osmanlı veraset telakkisinin değişmesi demekti. Çünkü Osmanlılarda o zamana kadar muayyen bir veraset prensibi olmamakla beraber, tahta hep önceki padişahın oğlu geçerdi. Sultan I. Ahmed'den sonra, hanedanın ‘erşeď (akıl sağlığı yerinde) ve 'ekber' evlâdının padişah olması hükmü getirildi ve ondan sonra bir-iki istisna dışında şehzâde katledilmedi. Ne var ki şehzadeler sancağa çıkarılmıyor, dolayısıyla halkla temas kuramıyor, tabii devlet yönetiminde de tecrübe kazanamıyordu. Kendilerine tahsis edilen dairede yarı hapis hayatı yaşıyorlardı. Bu yüzden çoğunun sinirleri harap oluyordu. Doğaldır ki, bileğinin hakkıyla padişah olma dönemi kapanınca, şehzade eğitimi de tavsamış, yetersiz padişahlar dönemi de böylece başlamıştı. Sultan I. Ahmed'in getirdiği veraset sistemi, 1876 tarihli Kanun-ı Esasî'ye girdi. Bir ara Sultan Abdülaziz ve daha sonra Sultan II. Abdülhamid bu usulü değiştirerek tahta genç ve dinamik kimselerin geçmesini sağlamak maksadıyla eskiden olduğu üzere ve Avrupa hanedanlarındaki gibi babadan oğula intikal eden bir veraset usulü kurmak istedilerse de başaramadılar.
Gelelim Fuzûlînin Şikâyetnâmesi’nin hikâyesine... Fuzûlî, o tarihte Bağdat civarında yaşayan fakir bir şairdir. Kanuni'ye yazdığı bir mektupta geçim darlığı çektiğini bildir miş ve kendisine devlet hazinesinden makul bir maaş bağlanmasını istemiştir. Bunu dikkate alan padişah, Fuzûlîye, Bağdat'taki vakif gelirinin, masraflar çıktıktan sonra,
Celal Şengör ile aynı fikir ve görüşlerde olmadığımı belirtmek istiyorum. İkincil olarak zıt görüşlü insanları okumanın da insanı geliştirdiğini ve herkesten bir şeyler öğrenebileceğimi düşünüyorum.
Kitaba gelince; kitapta sürekli bir inanç, din ve ilahiyat alanına dair eleştiriler var. Bilimi, Celâl bey, bir put hâline getirmekten kitap
Kitabı, başlangıcından itibaren ele almamız gerek. Osmanlı için yazılan kitaplarda direkt olarak Padişah ve hikayelerine girişler yapılıyor ve bunu yapanların çoğunu da okurken insan ister istemez hani güzel bir başlangıç bekliyor. Bu kitap oan sahip. Güzel bir önsöz, hem Bizans, hem Osmanlı, hem Batılı hem de Günümüz tarihçileri kâle alınarak
"Devlet mi, evlat mı?"
Kitaplığımda görünce dayanamayıp inceleme yazmak istedim. Öncelikle şunu belirteyim kitap hakikaten çok güzel ve etkileyici. Yavuz Bahadıroğlu "Tarihi sevdiren adam" unvanını sonuna kadar hakediyor.
Birkaç soruyla devam etmek istiyorum incelememe.
* Osmanlı'da şehzade katlini kim çıkarmıştır?
*
Kanuni Sultan Süleyman:
“Dırahtı ger sarmış olsa karınca,
Zarar var mı karıncayı kırınca?”
Şeyhülislam Efendi:
“Yarın hakkın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkını alır karınca.”
Yavuz Sultan Selîm’in son anları:
“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğeri görünuyordu. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine taktik ve tâlimat vermeye devam ediyordu.
Ve ölüm döşeğinde, nedimi Hasan Can'a,
«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.
Hasan Can da, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayâtın başına ulaşmış olduğunu sezdiği için hüzünle:
«–Pâdişâhım, artık Allah ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.
Koca sultan döndü, yüzüne hayretle baktı:
«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?! Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?» dedi…