Sana öğrendiğim iki şeyi daha anlatacağım. Birincisi, çocuğun yaşı, nasıl ve ne zaman senin olduğu önemli değildir. Bir kişiyi çocuğun olarak görmeye başladığında bir şeyler değişiyor ve daha önce ondan aldığın bütün mutluluğun, ona karşı bütün hislerinin önüne bu korku geçiyor. Biyolojik değil, biyoloji ötesi bir korku; kişinin genetik kodlarını sürdürmek konusunda kararlılığından çok, evrenin tuzaklarına ve imtihanlarına meydan okuma, sana ait olanı yok etmek isteyen kuvvetlere karşı savaşma duygusu.
(…)
Kimsenin dile getirmediği bir şey daha var oysa. Çocuğunu kaybettiğinde içinde küçücük fakat yok sayılamaz bir parça, rahatlama da hissediyor. Korkuyla beklediğin, çocuğun olduğu günden beri hazırlandığın o an gelip çatıyor çünkü.
Ah, diyorsun kendine, işte geldi. Burada.
Bundan sonra da korkacak hiçbir şeyin kalmıyor.
II
Benerci, Somadeva'nın odasından sokağa çıkınca, Roy Dranat'ın «akşamüstü serinlikte bir teferrüçten
dönerken» soğuk alıp zatürreeden öldüğünü duydu. Ve Roy Dranat'ın oteline gitti. Gördüklerini şöyle anlatıyor:
Girdim ki içeriye,
Hindistan’ın Surat kasabasında bir kahvehane vardı, dünyanın her tarafından yabancıların, seyyahların uğradığı ve hasbihale daldığı.
Günün birinde bilgin Acemin biri uğradı buraya. İlahiyatçıydı. Ömrünün çoğunu Tanrının doğasını anlamaya ve bu konuyla ilgili kitaplar okumaya harcamıştı. Öylesine çok tefekkür etmiş, okumuş ve yazmıştı ki Tanrı
Ne tuhaf, şimdi ben de aynı mavi deftere yazıyorum. Isabel ancak beş-altı sayfasını doldurabildi. O öldükten sonra defteri atmaya kıyamadım. Nereye gittiysem yanımda götürdüm, o zamandan beri de yanımdan ayırmadım. Defteri de, sarı kalemleri de, yeşil kalemtıraşı da. Bunları geçen gün çantamda bulmasaydım sana yazmaya başlamazdım herhalde. Ne var ki onca sayfası boş olan defteri karşımda görünce kalemlerden birini alıp bu mektuba başlamak için dayanılmaz bir istek duydum. Şimdi de en önemli işim bu. Söyleyeceklerimi söylemek, iş işten geçmeden hepsini kâğıda dökmek. Olan biten her şeyin birbiriyle ne kadar yakından ilgili olduğunu düşündükçe ürperiyorum. Isabel sesini kaybetmeseydi, benim bu sözlerimin hiçbiri var olmayacaktı. Onun söyleyebildiği kelimelerin kökü kuruduğu için benim ağzımdan bu sözler dökülüyor. Bunu hiç unutma. Isabel olmasaydı benim anlatacağım bir şey de olmayacaktı. Yazmaya hiç başlamayacaktım.
Y.A.: Sana küçük bir öykü anlatacağım:
Bir zamanlar, İmansızın biri, çocuğu çok hasta ve ölüm döşeğinde olan dul bir Hristiyan'ın evine konuk olmuş. İmansız adam çoğu zaman yatağın yanında çocuğu izlemiş ve sohbet ederek onu eğlendirmiş ve karşısına çıkan bu fırsatları doğasındaki güçlü bir isteği yatıştırmak üzere kullanmış—hepimizin içinde