Nakşibendiliğin Hâlidîye koluna uzak duran II. Abdülhamid Nakşibendî tarikatının başka bir kolu olan Ziyaiyye’nin kurucusu (Nakşibendî şeyhi) Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (Gümüşhaneli, 1813-93) ile iyi ilişkiler kurmuştur. Gümüşhanevî II. Abdülhamid’in reformlarını ve kendisinin de dostları olan kafkas göçmenlerine karşı uyguladığı asimilasyon
Hz. Resûlullah'ın kâli, söyledikleri şerîattır, hâli tarîkattır, sırrı ise hakîkattir. O sırra aşina olup şerîatten uzaklaşmamak da mârifettir. (Efendimizin, Mirâc hakîkatinden sonra bile şerîatten uzaklaşmaması...) Gelin görün ki, hem toplum hem de Müslümanlar olarak bu hallerden ve dilden uzaklaşmışız. Dolayısıyla ne Efendimizi, ne şerîatı, ne de tasavvufu anlayabiliyoruz. Şerîat derken el kesmeyi ve recmi (taşlamayı), tasavvuf ve tarîkat derken de bilmem hangi ekolü anlıyoruz. Sanılıyor ki şerîat, tarîkat ve hakîkat birbirinden kopuk kompartımanlardır. Bu yanlış telakkî, biraz da Batılı bir zihne ve eğitime sahip olmaktan doğuyor. Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin anlatıldığı bir kitaba Görünmeyen Üniversite ismi verilmiş. Ne kadar haklı ve doğru bir isimlendirme! Görünmeyen esaslı üniversitelerin kapısından ayrıldığımız günden bu yana zihinlerimiz ve kalplerimiz çoraklaşmıştır.
Muhammed Baba Semmâsî ona nazar ederek mânevî evlâtlığa kabul etmiştir..
Emîr Külâl ise kendisine zâhiren tarikat usullerini öğretmiştir. Lakin Hâce Bahaeddin hakikatte üveysidir. Hace Abdülhalik Gucdüvâni onu ruhani yoldan terbiye etmiştir.
Mitolojinin ve farklı dinlerin bâtınî kısımlarının sıkça kullandığı sembolik düşünce maddeler arasındaki ilişkide sınırsızlığa izin verir. Her şey farklı özellikleriyle çok çeşitli fikirler uyandırır ve bir özelliğin birkaç sembolik anlamı olabilir. En yüksek kavramların binlerce sembolü olabilir. Hiçbir şey yüceyi temsil edecek ve övecek kadar
"Ne yazık ki Allah dostu olarak bilinen pek çok zata, evliyaya gayb konusunda çok fazla yetki yüklenir. Onlar dünyada olup bitenden, eriştikleri manevi makam nedeniyle haberdardırlar diye düşünülür. Bazen olacak şeyleri iyi ya da kötü yönde değiştirebileceklerine inanılır."
İbn Teymiyye'nin yaşadığı asırda tasavvuf denilince fena, sekr, cezbe, vecd, vahdet-i vücut, sema, hırka, silsile, tarikat merasimi, tek ke adabı ve usulü, türbe ve yatır ziyareti, ermişlerden medet umma, evliyayı Allah katında şefaatçi ve aracı kılma, gayba erenler v.s. gibi hususlar anlaşılıyordu."' İbn
Teymiyye "İslam'ın ilk şeklinde yok" diyerek bunları reddeder. Buna karşılık Kur'an ve hadislerde çokça geçen velayet, kulluk, takva, rıza, tevekkül, ihsan, sıdk, salah, muhab bet ve ihlas gibi terimlere ağırlık verir. Allah ve resulü ile olmak, onları sevmek ve onlar tarafından sevilmek İbn Teymiyye'de tasavvufun alternatifini oluşturur.^
Ehl-i irfan arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbûl imiş illa edeb illâ edeb
Bilgeler, meclisinde kendine uygun bir hüner arayan kişinin her hünerden daha çok edebi makbul sayması, sufilerin toplum vicdanına ne derecelerde tesir ettiğinin de delilidir. İslâm, elbette bir edep dinidir; ancak tasavvufta edebin apayrı bir yeri vardır. Tarikat
Bizde tarikatlar lOO'e yakındır, bunların ayrıca yüzü aşkın şubeleri vardır. Yalnız bizde böyle değil bu . . . Hıristiyanlıkta, Mu sevilikte, yetmiş beşe yakındır tarikatlar.. . Bunları, gireceğim yo lu seçmeye çabalarken okudum biraz ... Şunu gördüm. Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. lbadet bu güzelli ğe tutkunluktur. Bu sebeple Türk'ün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvu fun yalnız Türk'e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerin de doğmuş, Anadolu'da gelişmiştir. Türk tasavvufu, şamanlıkta lslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu'sundan kalıntı... daha doğrusu Stoisizm ... Anadolu'ya Şeyh Ahmet Yasevi adına halifeleri yaymıştır tasavvufu ...
Bunların hepsi dünyadan el çeken basit köylülerdir, bence ... Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Aptal Musa, Avşar Dede, Akya zılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık. .. Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolu'nun lslamlaşmasını, bir anlamda Türkleş mesini sağlamışlar. Anadolu bu tohuma o kadar uymuş ki, Yunus Emre gibi kocaman bir dahi sanatçı yetiştirmiş ...
Osmanlıların Balkanlardaki fetih hareketlerine paralel olarak buralarda faaliyet gösteren tarikatların, yerli halkları yeni yönetime ısındırmak açısından önemli bir görev yaptıkları, ama yaydıkları İslâm tarzının da, büyük ölçüde hurafelere dayalı bir Müslümanlık olduğu tarihsel bir gerçektir.
Tasavvuf ve dolayısıyla tarikat denilen bu sûfi teşekküller, lX. yüzyıldan yaklaşık Xlll. yüzyıla kadar, bu yüzyıldan da, eski yoğunlukta ve parlaklıkta olmamakla beraber, neredeyse zamanımıza kadar muazzam bir tasavvuf düşüncesi, bir bâtın ilmi ve buna paralel olarak, edebiyatıyla, mûsikisiyle, mimarisiyle, öyle bir kalemde reddedilemeyecek büyük bir kültür yarattılar.
Xl. yüzyıldan itibaren Ortadoğu İslâm dünyasını içine alan geniş topraklarda tasavvuf, yavaş yavaş belli bir teşkilat dahilinde düzenlenmiş birtakım sûfi teşekkülleri ortaya çıkarmaya başladı. Şeyh denilen mistik önderlerin mutlak otoriteleri yönetimindeki bu mistik teşekküllere tarikat veya tâife denildi.
Rifailerin ve diğer tarikat mensuplarının kerametlerine simya ve şeytanın fiili eleştirisini dile getiren başkaları da olmakla birlikte, bunların en meşhuru İbn Teymiyye'dir. Ayrıca onun bu meşhur kişinin toplum nezdinde tasavvuf karşıtlığının yerleşmesinde çok etkili olduğunu belirtmesi, İbn Teymiyye'ye işaret eden bir atıf olarak algılanmalıdır. Zira İbnu's-Serrâc'ın yaşadığı zaman diliminde böyle bir etki yaptığı vurgulanan şahıs ancak o olabilir.
...
Rifailerin saray erkânı huzurunda hesaba çekildiği olaya atıf yapan İbnu's-Serrâc, orada birinin, Rifaîlerin klasik ateş gösterilerini yapmak istemeleri üzerine, onlardan ateşe yıkanıp girmelerini istediğini, gösterinin onun söylediği şekilde yapıldığını ve Rifailerin hiçbir ilaç sürmediğinin anlaşıldığını belirtmektedir. İbnu's-Serrâc'ın bahsettiği bu kişinin İbn Teymiyye olduğunu, hem tarih kaynakları hem de İbn Teymiyye'nin bizzat kendisi açıkça ifade etmektedir. İbn Teymiyye'nin Rifailerden yıkandıktan sonra ateşe girmelerini istemesi, onların bu ayinlerden önce vücutlarına ateş karşısında acıyı hissetmemeleri için özel bir karışım sürdüğü inancından kaynaklanıyordu. İbnu's-Serrâc olayın devamını anlatırken, aynı kişinin, "Rifailer sema sırasında vecde geldiklerinde onların üzerine şeytanlar iniyor" dediğini belirtir ki, İbnu's-Serrâc'ın dile getirdiği bu iddia, aynı ifadelerle, İbn Teymiyye'nin fetvaları arasında sıklıkla yer almaktadır.
Sayfa 28 - Kitap Yayınevi, İnsan ve Toplum Dizisi - 70, 2. Basım, Giriş
Şunu da bilmelidir ki şeyh insanı hidayete erdiremez. Allah Teâlâ hidayete erdirir.
Şu halde tarikat, şeriatî Muhammediye'nin hükümlerine göre olmazsa, haram ve batıl bir yol olur..