Fecir(sabah) zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı madere düştüğü âvânına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ihtar eder.
Zuhr(öğle) zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemaline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve
İki gün evvel, ism-i Hakem nüktesini okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzûmesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: "Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder" tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. Bu, bütün bütün başkadır dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinâdları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde Nur-u Ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takib ediyor. En uzak tahassungâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: "O bir soba, bir lambadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!" Başına vurur.
Hem kâinâtı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyât-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki; gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mâni olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u dâimî kazanmak için kâinâtı, ya nefyetmek veya unutmak ve hâtıra getirmemek değil; belki kâinât kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve dâimî kâinât vüs'atinde bir ubûdiyet dâiresini açtığını gördüm. Daha var, fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.
Kastamonu Lâhikası
“Ben kulumun bana olan zannı üzereyim. Yani bana her ne zanda bulunursa onu halk ederim. Beni zikrdince onunla beraberim. Eğer beni nefsinde (gizli) zikrederse, ben de onu kendi nefsimde (gizli) zikrederim. Beni bir toplulukta zikrederse, ben de onu insanlardan daha hayırlı olan mukarrabin melekler içerisinde zikrederim. Eğer kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir arşın; kulum bir arşın yaklaşırsa ben de bir kulaç yaklaşırım. Eğer bana yürüyerek gelirse, ben de ona koşarak varırım. Yani bana zikirle yaklaşmak isteyenler için aradan “imkân hicâbını” kaldırarak onlara yaklaşır ve tecelliyât nurlarımı arz ederim.”
(imkân hicâbı: Eğretilik perdesi, engeli.)
Aldığımız her nefes "NEFİSLE" mücadeleden geçiyor. Hakikat arayışı bu mücadelenin akabinde, içinde, dışında..
Tecelliyat-ı Hudâ iledir kamû dü-cihân
Cemâl-i Hakk’a nazar kıl, pây-i veche kân
(İki âlemin tamamı Hakk’ın tecellîsi iledir. Hakk’ın cemâline nazar et)
Hakkın cemaline nazar etmek... O’nun cemal ve kemali, zât’ının güzelliği, esmâsının güzellikleri, sıfatlarının nihayetsizliğine nasıl erişilir..
Erişilir mi? Ancak kusur kişinin kendindedir ki, isti‘dâdını ziyan eder... Hakikati aramaya çalışmaz bile..
E tez‘umu enneke cirmun sağîrun
Ve fîke intave’l-âlemu’lekber
(Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, hâlbuki âlem-i ekber sensin ve o sende gizlidir.)
Peki arayanlar...
Şeribtu’l-hubbe ke’sen ba‘de ke’sin
Femâ nefide’ş-şerâbu ve mâ raveytü
(İlâhî aşkı kadeh kadeh içtim. Ne şarap tükendi, ne de ben kandım.)
"Hakk’tan her neyi talep ettilerse talep ettikleri şey kendilerine feyzolunmuştur."
İman ediyorum ya Rab. Talep ediyorum ya Rab. Adalet, iffet, kemal ve istikametine talibim.
Gönül Hakk Teâlâ'nın servetidir. Gönül zikrin, tefekkürün, aşkın yurdudur.. Şer, gönülden uzak ola...
De ki: ‘Eğer benim Rabbimin kelimelerimi yazmada bütün denizler mürekkep olsaydı denizler tükenirdi de Rabbimin kelimeleri yine de tükenmezdi’" (Kehf, 109)
Bir kelimeden bin mana üreten İbn Arabiye ve özün özünü arayan, arayışta olanlara selam olsun.
Allah en doğrusunu bilir!
Özün ÖzüMuhyiddin İbn Arabi · Hayykitap · 2010587 okunma
Her vakit, her an insana emanet, hayat da bir emanet. Nasip var hiç şüphesiz, kısmet var, kader var, tecelliyat var. Bir program yapacağız ama bileceğiz ki o mutlak bir program değil, o her an değişebilir. Değiştiği zaman da üzülmeyeceğiz.