Bilim insanı, bir "uzman" veya "teknisyen" düzeyini aşıp gerçek bir "entelektüel" olacaksa, kafa emeği vererek ulaştığı bilimsel bilgileri topluma iletmenin ve toplumu aydınlatmanın yollarını bulmak durumundadır. Kendisini sadece uğraştığı alanla sınırlamayan, yaptığı işin felsefi, tarihsel ve toplumsal boyutları üzerine de kafa yoran gerçek bilim insanı, edindiği bilginin kendisine vahiy yoluyla ulaşmadığının, bilginin kaynağının toplumsal pratik ve kolektif düşünsel emek birikimi olduğunun farkındadır. O halde yoğun kafa emeği vererek sistemleştirdiği ve bilimsel bir nitelik kazandırdığı bilgiyi, tekrar ana kaynağına ulaştırmakla yükümlüdür. Kaldı ki, bu sadece toplumsal (etik) bir yükümlülük değil, -özellikle toplum bilimleri açısından- bilim yapmanın da bir gereğidir. Çünkü ulaşılan bilginin doğru olup olmadığının (doğruya ne kadar yaklaşıldığının) sınanacağı yer, elit toplantılar değil, yeni deney ve gözlemlerle yeni verilerin toplanacağı alan ve laboratuvar çalışmaları ile toplumsal pratiktir. Toplumla temas kanallarını yitirmiş bir bilim, ister istemez dogma laşacaktır.