Suç nedir?
Sosyalistlerin görüşlerinin tartışılmasından başladı her şey. Bilinen görüş: Suç, toplumsal düzenin bozukluklarına karşı bir protestodur. Tamam!Onlara göre her aksaklık, çevrenin bozukluğundan kaynaklanıyor, hepsi bu! En sevdikleri laf bu! Yani eğer toplumsal düzen yoluna konulacak olursa, bir anda bütün suçlar yok oluverecek; çünkü ortada protesto edecek bir şey kalmayacak. Ve herkes bir anda dürüst olacak…Doğa diye bir şey hiç hesaba katılmıyor, yok sanki böyle bir şey! Doğa kapı dışarı! Onlara göre, tarihsel olarak canlı bir biçimde gelişen ve önünde sonunda düzenli bir toplumsal yapıyı sağlayan insanlık yoktur; tam tersine, tarihsel gelişmeden ve canlı süreçlerden önce bütün insanlığı düzenleyen, bütün insanlığı bir anda dürüst, kusursuz bir hale getiren, matematik bir kafadan doğma bir toplumsal düzen vardır.
Bir defa merak duygusu bir toplumda yeşermeye başlarsa, akılcı düşünce de filizlenmeye başlayacak demektir. Bu ise dogmanın öldürücü ilacıdır. İşte bu nedenle çıkar çevreleri dinleri ve onların geçmişteki büyüklerini yasal ya da toplumsal koruma altına almışlardır. Kutsal değerlerimizi koruyalım diye bir de kılıf uydurularak aksaklıkların ya da tarihsel hataların irdelenmesine izin verilmez. Yapılanların çoğu da ölümlü cezalandırmalarla sonuçlandırılır. Hiçbir eleştiriye tahammül gösterilmez. Hatta bu öğretinin herkesin kendi anadilinde verilmesini; kutsal kitapların herkesin anlayabileceği şekilde yazılmasını ve öğretilmesini, dini duyguların zayıflatılması olarak görürler. Bu neden böyle sorusuna hiçbir zaman mantıklı bir yanıt aranmaz; en fazla takdiri ilahi diyerek sorumluluk Tanrı'ya atılır.
Sayfa 176Kitabı okudu
Reklam
Toplumla temas kanallarını yitirmiş bir bilim, ister istemez dogma­laşacaktır.
Bilim insanı, bir "uzman" veya "teknisyen" düzeyini aşıp gerçek bir "entelektüel" olacaksa, kafa emeği vererek ulaştığı bilimsel bilgileri topluma iletmenin ve toplumu aydınlatmanın yollarını bulmak durumundadır. Kendisi­ni sadece uğraştığı alanla sınırlamayan, yaptığı işin felsefi, tarihsel ve toplumsal boyutları üzerine de kafa yoran ger­çek bilim insanı, edindiği bilginin kendisine vahiy yoluy­la ulaşmadığının, bilginin kaynağının toplumsal pratik ve kolektif düşünsel emek birikimi olduğunun farkındadır. O halde yoğun kafa emeği vererek sistemleştirdiği ve bi­limsel bir nitelik kazandırdığı bilgiyi, tekrar ana kaynağına ulaştırmakla yükümlüdür. Kaldı ki, bu sadece toplumsal (etik) bir yükümlülük değil, -özellikle toplum bilimleri açısından- bilim yapmanın da bir gereğidir. Çünkü ula­şılan bilginin doğru olup olmadığının (doğruya ne kadar yaklaşıldığının) sınanacağı yer, elit toplantılar değil, yeni deney ve gözlemlerle yeni verilerin toplanacağı alan ve laboratuvar çalışmaları ile toplumsal pratiktir. Toplumla temas kanallarını yitirmiş bir bilim, ister istemez dogma­ laşacaktır.
Anarşizm, hayatın manevi alanlanndaki büyük öğreticileri ve önderlerine göre, bir dogma değildi; insanların kanını kaynatıp onlardan fanatikler, diktatörler ya da iflah olmaz baş belaları çıkarmak isteyen bir akım hiç değildi. Anarşizm, insanın ufkunu açıp onu serbest kılan ve özgürleştiren bir güçtür; çünkü insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, onlara özgürlüğe inanınayı öğretir, kadınlan ve erkekleri, herkesin özgür ve güvende olacaklan bir toplumsal hayat için mücadele etmeye teşvik eder.
Bütün hareketin ayırt edici özelliği, geniş anlamda bireyciliktir; ama bu, daha iyi tanımlanana kadar muğlak bir terimdir. Aristoteles'e kadar ve hatta Aristoteles dahil Yunanistanlı filozoflar, benim terimi kullanmak istediğim anlamda bireyci değildi. Bir kişiyi esasında bir topluluğun üyesi sayıyorlardı; örneğin Platon'un Devlet'i, iyi bir bireyi değil iyi bir topluluğu tanımlamakla ilgilenir. İskender'in zamanından itibaren siyasal özgürlüğün yitirilmesiyle birlikte bireycilik gelişti ve Kynikler ve Stoacılar tarafından temsil edildi. Stoacı felsefeye göre, toplumsal koşullar ne olursa olsun bir kişi iyi bir yaşam sürebilirdi. Özellikle devletin kontrolünü ele geçirmeden önce Hıristiyanlığın görüşü de buydu; ama ortaçağda mistikler Hıristiyan ahlakındaki özgün bireyci eğilimleri canlı tutarken, filozofların çoğunluğu da dahil pek çok kişinin bakışına, dogma, hukuk ve gelenek göreneğin sağlam bir sentezi egemen oldu; bu sentez, insanların teorik inançlarının ve pratik ahlaklarının toplumsal bir kurum, yani Katolik Kilise tarafından kontrol edilmesine neden oldu; Neyin doğru ve neyin iyi olduğu, münferit düşünceyle değil, fakat Konsillerin kolektif bilgeliğiyle saptanacaktı.
Sayfa 192Kitabı okudu
_İnsanlar sizi, sadece aynı yerden canları yandıklarında anlarlar. _Dalgaların art arda gelip çarptıkları kaya gibi ol. Sağlam, kıpırtısız ve çevresinde kaynayan suların dinginleşmesini seyreden. _Sanki ölmüşsün ve bir süre daha fazladan zaman bağışlanmış gibi doğaya uygun yaşa. _En büyük erdem tarafsızlıktır. Duygular ise, yanlış fikirlerden
Reklam
140 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.