Sesini çıkartmayan bir insanın değeri ne azmış. Bunu gördüm. Can evimden vurdular beni. Buraya kanayarak geldim. İşte gerçekler! Kurtulmak istiyorum. Sessizliklerden, bekleyişlerden, her şeyden. Her şeyden!"
YALNIZLIĞIN YARATTIĞI İNSAN
Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı.
– Üşüdün, dedim.
Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp ovaladım.
– Neden böyle oldun, dedim.
Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle
BEYAZ LÂLE
Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi, boş, çimensiz tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu. Bu gelenler, gidenlere hiç benzemiyorlardı. Bunlar adeta ürkütülmüş bir hayvan sürüsüydü. Hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve
Artık dursana Hikmet. Bir insanla olsun tanışırken, kısa bir süre için, kendini korumasını öğren. Ben neden böyleyim albayım? Üzülme, biz emekliyiz; seni hoş görürüz. Ben de kendimi hoşgörüyle karşılamak istiyorum albayım. Uğraştıkça daha derin bir bataklığa gömüldüğümü hissediyorum. Başını kaldırdı: Sermet Bey gülümsüyordu, Hüsamettin Bey gülümsüyordu. Bağışladınız mı beni? Farketmediler bile. İnanmam, ihtiyatlı olmalıyım. Benim boş bulunduğumu ya da kuşkulandığımı kimse sezmemeli. Gülümsemelerine katılmalıyım. Ağzını oynatmaya hazırlandı, fakat gözler, bu karara uymadılar; hepsini geri aldı. Konuşuluyordu, Hikmet susuyordu. Kişiliği korumak için, bazen yaşamamak gerekiyor. Odayı, insanları, eşyayı görmüyordu. Burası gene de en rahat yer sayılır. Hayatın akışına kapılıp gitmemek için, bu geniş dünyada böyle bir gecekonduya sıkışmak mecburiyeti hasıl oluyordu albaylarım. Eski yaralar, albaylarım, üç yüz üçten kalma. Bana vurdular albaylarım, bana vuruluyordu. Merak etme Hikmet oğlum, sen düzelirsin. Öyle deniliyordu albaylarım, yarım kalmış generallerim; sen elbette bir yolunu bulursun diyorlardı.
beni senin gözlerinde iken vurdular bu şehirde
tanrıdan ödünç alamadığım dualardan uzaklarda gömdüler
çırılçıplak kalmış sevmelerimi
hani o umarsız gülüşlerinin tam orta yerinde doğan güneş var ya
tam da oraya kurmalıydım
coğrafyasında türküler söylenen ülkemi
elinde meşaleler ile dolaşıp ıslık çalan devriyelerden saklanmalıydı
gerilla sancısında seviler yükleyen yüreğim
beni senin gözlerinde iken vurdular
çırılçıplak
savunmasız
ve niyazsız hallerim ile
Hayatın Dansı - Adı Konulmamış Şiirler
çiçekleri öldürülmüş sanıyorsun onlar zaten ölüler
çiçekleri canlanmış buluyorsun ki vallahi canlılar
ara vermeden solan renklerin arasında
benim giderek daha da kırmızı olan bir kırmızım var
senin de olsun!
son sürat sana doğru koşarken beni vurdular
sen vurdun demiyorum ama beni vurdular
benim de bu kadarcık kurşundan geçmeyen bir yaram olsun
GÖZLERİMİ BAĞLAYIP, BENİ ÖNCE TAVANA ASIP ÇARMIHA gerdiler ve elektrik şoku verdiler. 16 ya da 17 Ekim 1981 tarihiydi. Polis soruşturma bölümünde her odadan işkence çığlıkları geliyordu ve o sırada radyo açıktı, Evren radyoda, "Türklerin karakterinde işkence yoktur" diye bağırıyordu.
Tam boğulmak üzereyken, kafamı klozetten çıkarıyordu. Bir saatten fazla sürdü bu işkence. Her tarafımdan su gibi kan akıyordu. İşte yedi gün poliste böyle işkence gördüm.
Çenem ortadan ikiye bölündü. Bakın... Dizlerime çok vurdular. Bakın... Doktor falan yok, kendi kendine kaynadı çenem de bütün kemiklerim de...
Doktor, "Soyunun, muayene edeceğim" dedi. Ben perdenin ar- kasında soyundum. İçeri girdiğinde korktu. Etrafındakilere, "Bu, bu- rada mı böyle oldu?" diye sordu. Sadece kemik kalmıştım. İçeri 75 kilo girmiş, 43 kiloya düşmüştüm.
Bir gün x gazetesinin Diyarbakır'daki muhabirini benimle röportaj yapması için cezaevine getirdiler. Sonra gitti, 'Diyarbakır cezaevi güllük gülistanlıktır dedi.
Yazdıklarının beni umutsuzluğa düşürdüğünü bilmiyorsundur herhalde, sevgilim. Sanki alnımın tam ortasına kocaman bir taş vurdular. Tapdığım bebeğim benim yazgım hep seni üzmek mi olacak?