Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore romanında çok etkileyici bir bölüm vardır.
İstanbul’un işgal zamanlarında bir İngiliz subayı Pera’da travmaya biner.
Tramvayda, 1. Cihan Harbi'nde savaşta bacağını kaybetmiş ve harp sonrası terhis edilip sahipsiz bırakılmış bir Osmanlı askeri bulunmaktadır.
İngiliz subayı tramvay içinde yürürken Gazi’mizin koltuk değneğine takılır, koltuk değneği yere düşer ve İngiliz Subayı da hafifçe sendeler.
Vatman dönüp Gazi’ye çıkışır: “Şu değneğini düzgün bir yere koysana, subayı kızdıracaksın” der.
Gazi değneğini önüne alıp mahsun ve mahcup olarak kafasını tramvayın camına yaslar.
Duruma tanıklık eden başka bir yolcu ise yanındaki arkadaşına şunları söyler: “İşte ölmemiz gerektiği zaman ölmediğimiz için bunları yaşıyoruz”.
Sodom ve Gomore
Necdet: "Bu bulutlar nereye gidiyor? Ben de onlara katılsam" dedi; "ruhumun bu bozgun gecesinde bana sizden başka kim yoldaşlık edebilir? Siz de bencileyin kimden kaçtığınızı ve nereye gittiginizi bilmiyorsunuz! Bir lanetleme kızdan, bir cadıdan kaçıyorum. Onun yüzü bu soğuk ve solgun kış ayının yüzü gibi donmuş ve anlaşılmazdır. Ve neye kaçtığımı da pekiyi biliyorum. Unutmak için kaçıyorum!"
Nerede unutulur? Nasıl unutulur? Onun yüzü dünyanın neresine gidilse yine görünen bu ayın eşidir. Başımıza kaldırıp bakmasak bile onun aksini her yerde görürüz. Beyaz ve sinsi gölgesi bizim vücudumuzun ağıdır. Nereye gitsek bir ateşten gömleğe dönen derimizle beraber götürürüz!