İşkenceyi ne renk boyadın?
Ne renktir dışkı yedirilen bir köylü?
Yasaklanan anadil ne renk haykırır kendini?
Mamak ne renk utanır? Ya Metris?
Ya Diyarbakır, kızıl mıdır çığlıklar?
Tecavüz edilen genç kızlar ne renk bağırır hücrede?
17 yaşında Erdal ne renk yürür idama?
Yanık bir mahpusun ne renk inler kokusu?
Copun, falakan ne renktir?
Elektriğin
"Neden okumalıyım" sorusuyla elime alıp "Neden bu kadar geç kalmışım" sorusuyla bitirdim kitabı?
Yaşayan bir cevherin kaleminden dünyaya bakmak ne demek bilir misiniz?
Bedeni taa uzaklarda gözleri buğulu belki her gece camdan ülkesine hasret bir kalemin efendisi.
Samimiyet nedir dediler, Azad Penaber dedim.
Ruhunu çırılçıplak sunmuş her dizede bu samimiyet değil de nedir?
İmgelerin beynimde yarattığı zelzeleler arasında bir Zal Oğlu Rustem olup kurtardı tek dizede,
Hasretin ateşe verdiği yüreğime bir bardak su döktü habersiz..
Sen kimsin biliyor musun
Azad Penaber
Sen gecelerce hasretten gözyaşı döküp sabahlayan bir çok kırık yüreğin sargısısın,
Sen, adın dışında hakkında bir şey bilinmediği halde iki dizede kendini tanıtan bir dünya imge dolu senfoninin şefisin,
Sen kimsin biliyor musun abi?
Evlat acısı çeken bir ana misali anadil hasreti çeken bir çok kurak yüreğin pınarısın.
Bizi sussuz bırakma üstadım...
Peki biz kimiz biliyor musun?
Biz o kimseleriz ki bunca yıl zulme uğrayıp "halkım" diyebilenlerin torunları, çocukları, kendileriyiz...
Sen şimdi uzaktasın olsun,
Yüreğin de buruk olsun,
Gözlerin de buğulu dem dem,
Olsun...
Zamana bile hükmedebilirken şiir, uzaklığın ne önemi var.
Gönlümüze adını Mezopotamya'lı bir annenin pişirdiği ekmekten kalan isle yazdık öyle saf ve içten, gösterişsiz...
Iyiki varsın abi varlığına minnettarım.
Dilistan 'dan bize de vatandaşlık verdiğin için teşekkür ederim
DilîstanAzad Penaber · Name Yayınları · 2019295 okunma
“Paşa, sen Kürtçe bilir misin?’ İsmet Paşa şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. O bir şey söylemeden ben araya girdim ve hemen, ‘Ekselans, biz Kürtçe bilmeyiz. Zaten bizde Kürtçe konuşulmuyor ve böyle bir dil de yoktur’, dedim. Churchill adamlarından birine sordu. ‘Öyle mi Mister, Kürtçe diye bir dil yok mudur?’ deyince, adam daha önceden hazırlıklı, hemen ayağa kalktı, ‘Olmaz olur mu efendim? Çok zengin bir Kürt dili ve edebiyatı vardır. İsterseniz ‘Dîwana Cizîrî’den bir şiir okuyayım’ dedi. Churchill, ‘Oku’ dedi. Anlamıyorduk ama Farsçaya yakın, nefis ahenkli bir şiir okudu. Ve bu şiirin
Kürtçe olduğunu söyledi. ‘Öyleyse bu şiiri bize yaz’ dedi. Yazdı.Churchill, ‘Bunu İngilizceye çevir’ dedi. Çevirdiler. ‘Bir de Fransızca yapın’ dedi. Onu da yaptılar. Bir de Türkçeye çevirdiler. Ve
bana, ‘Mösyö, sen de gel bakalım. Bu üç dilden aynı fikri ifade etmek için, bakalım metne kaç yabancı sözcük alma mecburiyeti
olmuştur’ dedi. Fransızcadan hiç yoktu. İngilizceden üç beş Latin
kökenli kelime çıktı. Kürtçe aslında dört-beş Arapça kelime bulundu. Ama Türkçe nüsha gelince “dır” ve “ile”den başka, Türkçe birşey kalmamıştı. Kimisi Arapça kimisi Farsça ve diğerleri de
Avrupa’nın çeşitli dillerinden alınma sözcüklerdi. Churchill dört
sayfayı da bizim önümüze koydu. ‘Ayıp değil mi?’ dercesine, ‘Bakın efendiler, yok dediğiniz ve memleketinizin büyük bir bölümünde anadil olarak konuşulan Kürtçenin zenginliğini görünüz’
dedi.