İnanın bu kadının kitabı harika.Bir anne olarak silkelenip kendinize gelmenizi sağlıyor.Çok samimi,doğru tespitleri var çocuklar hakkında.Çocuğun dünyasına çocuğun gözünden bakmanızı sağlıyor.iyi ki kızım daha küçükken bu kitabı okumuşum diyorum...
Kalabalığın büyük kısmı çözülen asker duvarını aşmış, vagonlara hücum etmişti bile. Pencerelerden sarkan Osmanlı askerleri kendilerine uzatılan, hiç olmazsa vagona doğru fırlatılan erzak paketlerini yakalamaya uğraşıyor, yakalanan hemen içeri alınıyordu. Yere düşen paketse tekrar fırlatılıyor, bu böyle sürüp gidiyor, bir izdihamdır yaşanıyordu.
Pencereden sarkmış genç bir zabit, “Burası neresi?” diye sordu o sırada. Yüz çizgileri ince, kumral ve yakışıklı bir adamdı.
“Gence” diye bağırdı yaşlıca bir kadın, “Şehrin ahalisi Türk’tür oğul.”
Bu kez “Ana, su!” diye bağırdı genç zabit.
Yaşlı kadın bakır ibrikten çinko, kırık bir tasa doldurduğu suyu pencereye doğru uzatmak istedi fakat boyu o kadar kısaydı ki mümkünü yoktu. Yanaklarından sağlık fışkıran genç bir kız durumu fark etmişti o sırada. Kimsenin kimseye yardım edecek hali, vakti yoktu. Bir an sağına soluna bakınan genç kız, fazla düşünmedi, yaşlı kadını bir çocuk gibi kucaklayıp pencereye doğru kaldırdı:
“Dökme anne. Sıkı tut.” Su, yerine ulaşmıştı.
Bu sahne zabiti bile gülümsetmişti. O gülümseme arasında kızla göz göze geldi.
“Adın ne?” diye bağırdı pencereye doğru kız.
Cevap geldi. “Murat.”
“Peki ya senin?”
“Bulak.”
Hepsi bu.
Benzemez insan dostlarıma/ Ağaçlar gölgesini esirgemez/ Güneş köpeğimden daha sadık/ Dizlerime sıçrar ellerimi ısıtır/ Karşılık beklemeden/ Hele kuşlar/ Avcılara bile kin beslemezler.”
Oktay Rıfat'ın “Gün Sonu Konuşması” şiiri böyle biter. Mahsusmahal için aklımda harfler, kâğıda, dünyaya, insana her baktığımda, bu dizeler sözden önce halkalandı
Kadınım ben..
Minicik yüreğinde dünyayı taşıyan,
Elleri hamur kokan,
Kırılgan, alıngan..
Gözyaşları içinde gizli,
Biraz çocuk, biraz anne, biraz deli..
Aşkın her hali..
Tutkulu, düşbaz , haylaz bir kadınım ben..
İncitmeyin beni,
Giydiğim fistanlar bile çiçekli..
Bedenimin ne önemi var ki ?
Benim hazinelerim yüreğimde gizli..
'' Yahudi dininde, büyük bir iyimserlikle, erkek çocukların , on üçüncü yaş günlerinde hemen çocukluktan çıkıp ergen olacaklarına inanılmaktadır. Kaderin değiştiği bu olayın adı Bar-Mitzva'dır ve harika çocuk, o gün için titizlikle hazırlanır. Bir din adamı gibi dua etmek ve o güne kadar yapmış oldukları özveriler için kusursuz anne babaya ergin bir kişi olarak teşekkür etmek öğretilir. Belki çocuk ergin kişi olur, ama anne ve babanın çocuklaştıkları kesin.''
Fena değil diyebileceğim bir kitap. Osmanlı Devleti'nin sırayla bütün padişahları hakkında anne, baba, doğum, ölüm, devrinde yaşayan ve ölen alimler, çocuk bilgileri, devrinde yaşanan önemli olaylar hakkında bilgi verilmiş. Gerçi çoğunu biliyordum zaten ama yine de yeni şeyler öğrenmek güzel.
Yoldan geçenleri izlerken "Ne çok insan var" diye düşündüm. Hepimiz bir yerlere gidiyoruz, birileriyle konuşuyoruz, çalışıyoruz, dinleniyoruz. Ne kadar çoğuz. Hepimiz ne kadar çok kendimizi önemsiyoruz. Hayallerimiz var. Çok azımız uyguluyor hayallerini. Uğraşıyoruz yinede. Belli bir yaşa kadar, bişey olmaya çalışıyoruz. Olamayanlarımız çocuk yapıyor, kendi olamadıklarını, onlar olsun istiyor. Kafamızdaki olmak istediğimiz insan da farklı farklı. Genelde çok zengin olmak istiyoruz. Sıradan olmayı hazmedemiyor birçoğumuz. Özel olmalıyız, en azından bir kişi için. Kafasında olmak istediği kişiyi olamamış biri olarak, başka bir olamamış ile ilişkiye giriyoruz. İki sıradan insan, birbirinin ne kadar özel olduğunu hatırlatıp duruyor. Aralarında biri hatırlatmayınca ilişkiyi kesip, başka bir sıradana hatırlatması için arayışa giriyor. Uzun süre hatırlatanlar belli bir zaman sonra sıkılıp evleniyor,baktılar ki ikisi de birbirine bunu anlatmaktan sıkılmış, çocuk yapıp onu dünyanın en özeli kılıyorlar. Seçildiği için, annesinin babasının sıradanlığını aşmakla görevlendiriliyor. İstediği gibi biri olmak yerine, anne-babanın kafasında olmak istediği ama olamadığı insanı olmak zorunda. Hayır demesi neredeyse imkansız...
Bu hayır diyemeyenler de büyüyüp çabalıyor, olmuyor, birini buluyor, sıkılıyor, çocuk yapıyor... Bu kısır döngü, böyle sürüp gidiyor, gittikçe artıyoruz.
''Lareau orta sınıfa özgü çocuk yetiştirme tarzını ''işbirliği odaklı eğitim'' olarak adlandırıyor. ''Çocuğun yeteneklerini,görüşlerini ve becerilerini'' etkin biçimde ''destekleme ve değerlendirme'' çabası. Yoksul anne babalar ise, tam tersi, ''doğal gelişim başarısına'' yönelik bir strateji izlemek eğiliminde. Sorumluluklarını çocuklarına
'Yol'un senaryosunun bitiş tarihi 23 Ocak 1980'di. Arkasından 'Dağ' adlı bir senaryoya başlamayı tasarlıyorduk. 'Dağ' hakkında da uzun uzun konuşmuştuk. Onda da oynamamı kararlaştırmıştık. 'Yol'daki rolüm Bingöl'deydi. Onu tamamlayınca Muş'a geçecek, 'Dağ' filmine başlayacaktık.'Dağ'ın yönetmenliğini Zeki Ökten yapacaktı. Öncelikle sansürden geçirmek gerekiyordu. Aldım senaryoyu, gene ben götürdüm Sansür Kurulu'na. Reddedildi. Daha sonra Danıştay'a başvurduk, orada da reddedildi. Gerekçe ikisinde de aynıydı: 'Dağı aşmak, emperyalizme karşı bir savaştır; burada 'dağ' bir simge olarak kullanılmakta, bilinmeyen güçlere karşı savaşmak anlamına gelmektedir' gibisinden iki sayfa dolusu yazmışlardı.
Büyük bir keyif ve mutlulukla planlanan, ama hayata geçirilememiş bu hikâye, dağın ardında kurulu bir köyde başlıyordu. Yolları kardan kapandığı için kuruldu kurulalı bu köyden kışın kimse kasabaya inmemişti. Oynayacağım adamın oğlu ölüm döşeğindeydi. Dört arkadaş, yüzyıllardır kimsenin yapamadığını yapmayı göze alıp hasta oğlanı hastaneye yetiştirmek üzere, hem dağı, hem de köyün kaderini aşmaya karar veriyorlardı.Yolda önce hasta çocuk ölecekti. Ama baba,ötekilerden bunu saklayacaktı. Günler sonra iki ölü daha verilecekti. Her şeye karşın kasabaya inildiğinde baba, sadece, "Başardık," diyecekti... Bu film, 'Yol' kadar büyük bir projeydi ama onun kadar şanslı değildi...