Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Hz. Peygamber'in ölümünü takip eden yüz yıl içinde, Müslümanlar güney İspanya'dan Hindistan'a varıncaya kadar, medeni dünyanın çok büyük bir bölümünde yönetici bir seçkin sınıf olmaya başladılar. Siyâsî yönetim tebaa durumunda olan bütün halkların İslâm'ı kabul ettikleri anlamına gelmiyordu; durum daha başkaydı. "Dinde zorlama yoktur" (2:256) şeklindeki Kur'ânî ilke, yerli halka yeni dine dönmeleri için hiçbir baskı uygulanamaz anlamına geliyordu. Arap yarımadası dışında yaşayan insanların çoğu Hıristiyan, Musevî veya Zerdüştî idi. Bu bakımdan, bu dinlere mensup olanlar, kendi dinî kurumlarını koruma haklarıyla birlikte vahiyle gönderilmiş kitapların alıcıları olarak kabul edildiler. Daha da ileride, Müslüman yönetici seçkinler (elite), tâbi halkları dinlerinden dönmeye teşvik etmediler; çünkü bu durum Müslümanlar olarak kendi ayrıcalıklarına su katmak olurdu. Üç veya dört yüzyıl içinde, İspanya ve Kuzey Afrika'dan Hind Altkıtası'nın içlerine kadar uzanan bir bölgede, İslâm sadece hakim bir siyâsî güç değil, aynı zamanda hakim bir popüler din haline geldi. Ancak, bu durum, İslâm tarihi üzerine yazılmış çok sayıda kitabın herhangi birisinden okunması gereken başka bir hikayedir.
Kur'ânî dünya görüşü Arap diline sıkı sıkıya bağlıdır; ki bu dil, tıpkı İbranice ve Aramca (Hz. İsâ'nın konuştuğu dil) gibi, Semitik aileye aittir. Semitik dillerin iç mantığı İngilizce, Latince, Sanskritçe ve Farsça gibi Hind-Avrupa dillerinden çok farklıdır. Her şeyden önce, her bir sözcük tipik bir şekilde üç harften oluşan bir kökten türer. Üç harfli kökten, her ne kadar bunlardan genellikle sadece belli bir kısmı fiilen kullanılsa da, yüzlerce türetilmiş kelime oluşturulabilir. Biz burada, kavramların anlamını açıklarken, sık sık Arapça sözcükleri tartışacağız. Böyle bir tartışma olmaksızın, anlam boyutlarının zenginliğini, İngilizceye çevirinin güçlüğünü ve Arapça sözcükler arasındaki, özgün metinde apaçık olan, karşılıklı ilişkiyi ortaya koymak imkansız olacaktır.
Reklam
Bir de gencecik aşıkların yüreklerini bilirim Bir dolmuşta yorgun şoförler için bestelenmiş Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine Karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin Beton apartmanların sağır duvarlarını yumruklayan Ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde Örneğin hind okyanusu gibi derin İsyanın kapkara sularına dalan.
İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin bü­yüklüğünü? ... Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin, Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; ka­zanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur. Sen cilt yapıyorsun; şiraze nedir bilirsin. Bizde insa­noğlu şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutma­yan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tara­fından idare ediliyor. Dünyaya baktığımız zaman ayrı görüyor, ken­ dikendimize kaldığımız zaman ayrı düşünüyoruz. Yığınlarca tezat içinde yaşıyoruz, bütün şark dünyası bir ıstırap içinde. Muttasıl gömlek değiştiriyor, Hind'i, Çin'i, Efgan'ı, Arab'ı, Türk'ü hep so­yunuyoruz; soyundukça üstümüzden attığımız şeylerin alelade ek­ler olduğunu, daha derinden birtakım şeyler çıkarıp atmak lazım geldiğini görüyoruz. O zaman korkuyoruz; olduğumuz yerde imdat arar gibi sağa sola bakmıyoruz. Sonra tekrar başlıyoruz, gene taba­ka tabaka soyunuyoruz, tımaklarımızla derimizi yüzer gibi bir şey­ler daha atıyoruz. Zaten biz soyunmasak bile onlar üzerimizden liy­me liyme dökülüyorlar. Fakat olmuyor; bize lazım olan, gömlek değiştirmek değil, içten değişmektir. Bu sadece dıştan yapılacak şey değil. Bunu olduğumuz yerden yapamayız, içten, dıştan her ufuk, bir görüş zaviyesidir. Bütün cemiyet hayatı zihniyet etrafında dö­ner, insanı yeni baştan, yeni esaslarla kurmamız lazım; yeni kıy­metlerle yaşayan bir insan. Halbuki bu imkansız ...
Sayfa 91 - DergâhKitabı okudu
Bir emirle ta Kaşgar'dan mimar ve usta getirtiliyor. Eserlere baktığımız zaman Kaşgar camilerindeki tekniği görürüz. Bu; Hind'deki Babür İmparatorluğu'nda ve burada Osmanlı İmparatorluğu'nda da görülür. Türk İmparatorlukları büyük bir eser yapacakları zaman ferman çıkararak her yerden ustaları toplarlar. Keza böyle bir organizasyon olmadan hayat olmaz.
Bo çi ewqas bê îmanî? J'pirsa halan cangiran î! Hindê sal in ku dizanî Ketiyê ber barê tê me
Reklam
Atı alan Üsküdar’ı…
1625 yılına gelindiğinde Ömer Talip isimli bir Osmanlı gözlemcisi tehlikeyi daha açık ve yakından görebiliyordu: “Avrupalılar artık bütün dünyayı tanımaları gerektiğini öğrendiler, her yere gemiler gönderiyorlar ve önemli limanları ele geçiriyorlar. Eskiden Hind, Sind ve Çin malları Süveyş’e gelir ve oradan da Müslümanlar eliyle bütün dünyaya dağıtılırdı. Fakat şimdi bu mallar Portekiz, Hollandalı ve İngiliz gemileriyle Frengistan’a götürülüyor ve bütün dünyaya oradan dağıtılıyor. İhtiyaç duymadıkları şeyleri İstanbul’a ya da başka İslam topraklarına götürüp beş katı fiyatına satarak büyük paralar kazanıyorlar. Bu yüzden İslam mülkünde altın ve gümüş gittikçe azalıyor. Osmanlı Devleti Yemen kıyılarını ve oradaki ticareti hakimiyeti altına almalı, aksi takdirde çok geçmeden Avrupalılar İslam toprakları üzerinde hakimiyet kuracaklar.”
Eski Hind'de Kadın/MANU Kanunu
Hattâ bazı zamanlar, ona, kocanın ölümünden sonra hayat hakkı bile tanımamıştır. Koca vefat ettiği gün, o da öldürülmüş veya kocasıyla beraber diri diri yakılmıştır.
Yatalı beş senedir sade mısır ekmeğine Kalmadı halkımızın Hind horozundan farkı!
Kıtalar • 1915Kitabı okudu
Yakılan Kadınlar Hind uygarlığında kadın müstakil bir varlık olarak görülmez; ancak babası, eşi ya da oğluyla birlikte “insan” kabul edilirdi. Eşi ölen bir kadının hayatı hükmen bitmiş sayılırdı. Cenaze günü bir odun yığını üzerine çıkarılarak yakılırdı kadın. Hint uygarlığının bu aybı XVII. asra kadar devam etti
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.