"Ya da patron, bütün bunları bana masal gibi anlatabilseydin. Hüseyin Ağa'nın yaptığı gibi... Bu, benim komşum olan ihtiyar bir Türk'tü; çok ihtiyar, çok yoksuldu; karısı da yoktu, çocukları da...
Ermiş bir adamdı bu Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı, hayır duası edermiş gibi elini başıma koydu: 'Aleksi,' dedi, 'bak sana bir söz söyleyeceğim; küçük olduğun için anlamayacaksın; büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum: Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayır duam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!'"
Zorba'yı konuşmadan dinliyordum. Ah ben de, ancak soyut düşünce doruk noktasına ulaştığı, masal olduğu zaman ağzımı açmayı becerebilseydim! Ama bunu, yalnız büyük bir ozan ya da bir halk yüzyıllarca süren sessiz bir işleyişten sonra başarabilir.
Ay incecik belirmişti, toprağın üzerine solgun, hastalıklı, acılı bir ışık döküldü.
Sönen ateşin yanında, tek başıma kaldım, anlamca çok zengin ve sımsıcak toprak kokan sözlerini tarttım kafamda. Onun sözleri, ta belkemiğinden, içinden geliyor, üzerlerinde hâlâ insan sıcaklığını taşıyorlardı. Benim sözlerim, kâğıttandı, yalnız bir damlacık kanla bulaşmış halde kafadan geliyorlardı; eğer herhangi bir değerleri var idiyse bu değeri, o bir damla kana borçluydular.