İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır
Bir zamandır ben de kendimce bazı açıklıklarını görmeye başlamıştım onun. Öncelikle alçakgönüllülüğündeki sahteliği fark etmiştim, sosyal ilişkilerde getirisi olan bir maskeye dönmüştü bu onda. Sonra dünya nimetlerinden vazgeçmiş görünen o dervişane, mütevekkil halinin arkasında inceden inceye dünya hesapları kovalayan köylü kurnazlığını keşfetmiştim. Her ne kadar edebiyat dünyasının çekişmelerinin dışındaymış, kendisini yalnızca yazıya adamış naif bir adammış numarası yapsa da, her fırsatta maceralarıyla övündüğü eşek sırtında dağ bayır dolaşıp köylülere en olmadık malları satmakta marifetli çerçi dedesinden miras saklı bir bezirgan yanı vardı ruhunun.
Bütün insanlar gibi o da, seçimler yapma zorunluluğu tarafından kuşatılmış olarak doğmuş ama bir makineye dönüşme pahasına da olsa iradesinden vazgeçme cesaretini gösterip o kuşatmayı yarıp çıkmıştı. Çıktığı yer sorumluluğun dışıydı! Kendininki yerine başkalarının akıllarına güvenerek, zihnini hayatla kirletmemiş ve daima emirlere uyduğu için
İşin ilginç yanı, kongreye katılan delegelerin en çok anlaşmazlığa düştüğü konu, Osmanlı kimliği meselesinin ana bileşenlerinden biri olan, 10 yıl sonra Enver Paşa'nın hâlâ çözülmediğine tanıklık ettiği (ve yine çözülmeden günümüze kadar gelen) Osmanlı-Batı ilişkisi meselesiydi. Anlaşmazlık yalnızca delegelerin Batı'nın Osmanlı'nın iç işlerine ne ölçüde karışmasının veya askerî müdahalede bulunmasının istendiği (veya kabul edilebileceği) konusunda fikir birliğine varamamasından kaynaklanmıyordu, aynı zamanda Batı'nın tek bir siyasi, sosyal ve kültürel mirası olmadığı da net bir şekilde anlaşılmıştı. Başka bir deyişle, reforma ilham kaynağı olabilecek farklı Batı kavramları vardı ve bu kavramlar her biri Osmanlı İmparatorluğu'nda farklı bir sosyopolitik düzenleme öngören farklı farklı Osmanlı kimliği kavramlarına karşılık geliyordu. Dahası, 1902 Kongresi'ne katılan delegeler Ahmet Rıza'nın Comte'un pozitivizminden ile Prens Sabahattin'in sosyal bilim ve İngiliz liberalizminden mülhem sunduğu iki karşıt Batı kavramının birbiriyle bağdaşmadığını ve yalnızca eylem birliğini değil, görüş birliğini de imkânsız kıldığını net bir şekilde gördü.
"Bir söz söylenmeden, bir komut haykırılmadan, aniden durdu Süvariler. Mızrakları bir orman gibi yabancılara çevrilmişti; atlıların bazılarının elinde yayları vardı ve oklarını kirişe geçirmişlerdi bile. Sonra içlerinden biri ileri doğru sürdü atını. Uzun boylu, diğerlerinden daha uzun boylu bir adamdı; miğferinde at kılından beyaz bir sorguç
"Artık güçlü seslerin haykırışları çayırlar üzerinden çınlayarak geliyordu. Aniden gökgürültüsü gibi bir sesle esip geçtiler; en öndeki atlı yoldan ayrılıp tepenin eteğinden geçerek arkasındaki bölüğü yaylaların batı etekleri boyunca güneye yönlendirdi. Arkasından, zırhlarına bürünmüş, hızlı, parıl parıl parlayan, korkunç ve zarif görünüşlü upuzun bir sıra halinde bir sürü atlı geliyordu."
"Atlan iri yan, güçlü ve son derece biçimli hayvanlardı;boz derileri parıltılıydı; uzun kuyrukları rüzgarda dalgalanıyordu; yeleleri mağrur boyunları boyunca örülmüştü. Üzerlerindeki insanlar da onlara yakışıyordu: Boylu poslu, uzun kollu, uzun bacaklıydılar; san saçları hafif miğferlerinin altından akıyor, uzun örgüler halinde sırtlarına iniyordu; yüzleri sert ve haşindi. Ellerinde dişbudak ağacından uzun mızraklar, sırtlarında resimli kalkanlar, kemerlerinde ise uzun kılıçları vardı; parlatılmış zırhtan etekleri dizlerine kadar uzanıyordu."
"Çifter çifter geçtiler atlarıyla; arada bir içlerinden biri üzengisi üzerinde ayağa kalkarak her iki yanına ve önüne baktığı halde sessizce oturmuş onları izleyen üç yabancıyı fark etmemiş gibiydiler.
Sizin yanınızda durmak isterdim, sizden biri olmak isterdim daha çok... Farklı olmak zordu çünkü...Farklılığı taşımak zordu... Kötü bir oyun mu vardı ortada, yoksa ben mi bu oyunu bu kadar kötü görmüştüm?.. Bilmiyorum, hâlâ bilemiyorum...
Baba, meydana bakan pencerede durmuş, aşağıyı izliyordu.
Saatini kontrol etti. Mutfak masasının sandalyelerinden biri ne geçip oturdu. Bakışlarını kucağına doğru indirdi. Giyinip süslenmişti, taba rengi makosen ayakkabıları kaval kemikle riyle bütünleşmişti. Takım elbisesinin pantolonu, ütü çizgileri bozulmasın diye her zaman olduğu gibi yine son ana kadar mutfakta asılı bekliyordu. Bir kutlamaya daha saatler varken evde iç çamaşırlarıyla dolaşması hem Nils'i, hem de Anne'yi sık sık öfkelendiren bir durumdu. Başında yıpranmış ve biçimsiz görünen, kendi öğrenciliğinden kalma bir kep vardı. Kafasının üzerinde sararmış kumaştan bir bez parçası gibi duruyordu.
.. ne felsefe yapmak ne de düşüncenin ulaşamayacağı ya da öğrenemeyeceği şeyi düşünmeye çalışarak yorulmaya niyeti vardı zira sorun sadece bacağını kurtarmaya çalışmaktan ibaretti.
Saat kaç olabilir ki acaba diye düşündü ve daha ona cevap vermeden Ne fark eder ki diye cevap vermişti kendi kendine, belli bir mesafeyi kat etmeden şu vagondan çıkmayacaklarına göre zamanın şu anda onlar için hiçbir yararı olmayacağını düşürerek ..
zira söz konusu olan uyumaksa bunu yapabilirlerdi zaten yapacak başka bir şey de yoktu yeter ki birbirine karışmış ve üst üste düşmüş birçok kol ve bacak sizinkilerden birini eziyor olmasın ya da hiç değilse insanın kol ve bacaklarından biri olduğunu bildiği bir şey tamamıyla duyumsuzlaşmış ve bir şekilde sizden ayrılmış olmasın, ..
.
Belki de kazanmaya çok ihtiyacınız vardı. Tıpkı uçuruma düşen birinin bir tutam ota sarılması gibi. Kabul edersiniz ki uçuruma düşmeyen biri ağaç dalı diye ota sarılmaz.