Hanife Mert Hanım'ın 4 bölüm 400 sayfadan oluşan #BakışAcısı eserini
Dilek Fırıncı Özdemir moderatörlüğünde #okudum. Bu eseri okumadan önce #DüşBatımı eserini okumanızı tavsiye ederim. Her ne kadar ayrı eserler olarak algılansa bile birbirinin devamı olduğunu belirtmek isterim.
️️️️️️️️️️️️️️️️
Eser zamanlar arasında geçişlerle 1984 yılları ve
Ayaklı Kütüphane
Çalıştığım yerde çok değerli bir arkadaşım bir gün benim için ayaklı kütüphane diyerek bir başka arkadaşına anlatırken söylemiş.
Sonra bunu banada söyledi.
Ayaklı kütüphane nasıl oldum.
Kamil bir zat "namazı miraç kılan ikinci secdelerdir" dediğinde çok düşündürmüştü bu söz beni. Sonradan bu sözün ne anlama geldiğini idrak ettim. Gerçekten de namaza kıyamdan, rükudan geçerek ve gittikçe küçülerek ulaştığımız secde, varlığımızı yok etmenin, hiçliğimizi duymanın en anlamlı eylemidir. Aynı zamanda secde kulun Allah'a en yakın olduğu halidir. Ama bu noktada bizi yanıltan bir husus vardır. O da, başımızı secdeye koyduğumuzda varlığımızı Rabbimize iade ettiğimizi düşünmemiz ve bunun da bir vehim olduğunu fark etmememizdir. Bu sebeple ilk secdeden başımıza kaldırdığımızda içimizden bir ses şöyle uyarır bizi "senin varlığın mı vardı ki verdin?" İşte o zaman hatamızı anlıyor ve bunun tövbesi için ikinci secdeye gidiyoruz.
Bazı çağların düşünsel temelini oluşturduğunu düşündüğüm fikirlere çok kısaca değineceğim. Klasik Yunan’da bu, varlık fikriydi - birlikli, tözsel ve tanrısal bir varlık; ama panteizmde olduğu gibi şekilsiz değil, anlamlı somut formlarda var olan ve o formlar içinde şekillendirilebilecek bir varlık. Ortaçağ Hıristiyanlıgı’nda bunun yerini Tanrı
"Şu his artık Dünya'daki tüm insanları kuşatmaya başladı: Batı'nın üç yüz yıldır ürettiği çerçeveden artık medet umulamaz; Batı'nın artık insan türüne söyleyeceği anlamlı bir cümle mevcut değil. Daha da vahimi, hani neredeyse insanların kulak kesilebileceği, takip edebileceği, hatta tutunabileceği güvenilir bir söz kalmadı. Mesela yabancı televizyonda bir uluslararası hukukçu şöyle dedi: "Kırk yıl uluslararası hukuk anlattım, öğrettim; meğer hepsi boşmuş, hatta yalanmış." Benzer şekilde pek çok örnek verilebilir. Bu tarzdaki bir hâlet-i ruhiyede insan merak ediyor: Böyle bir riski göze aldıklarına göre, acaba bizim bilmediğimiz, görmediğimiz başka bir bit yeniği mi var? Yoksa güç zehirlenmesine uğrayıp küstahlık mı yapıyorlar?"
Anneme bakılacak olursa, Mustafa Kemal, kişisel yaşamında yalnız ve mutsuz bir insandı. Yakın çevresinin içtenliğine de tam bir güven duyamıyordu. Annem, son yıllarında küçük Ülkü'ye bağlanmasını çok anlamlı bulurdu bu açıdan. Çünkü beş yaşında bir çocuğun ona dalkavukluk etmesi söz konusu olamazdı. Onun sevgisine güvenebilirdi hiç olmazsa. Mustafa Kemal çok küçükken yatılı askeri okula verilmiş, anne sevgisinden yoksun kalmıştı. Afet Hanım dışında, hiçbir kadınla uzun süren mutlu bir ilişki kuramamıştı. Evliliğinin bir fiyaskoyla sonuçlanması, kendi kabahatinden çok Latife Hanımın kabahatiydi anneme göre. Avrupa uygarlığına dönük, yabancı diller bilen bir kızla evlenmek istemişti. Gerçi Latife Hanım yabancı diller biliyormuş ama, davranışları hiç de uygar değilmiş anneme bakılacak olursa. Aklın alamayacağı kadar kıskanç ve hırçınmış. Değil Mustafa Kemal gibi birinin, en sıradan bir erkeğin bile tahammül edemeyeceği kıskançlık sahneleri yapar, herkesin önünde hırçınlığını gözler önüne serermiş. Örneğin odaya dalıp, "Kemal, gene mi içiyorsun?" ya da "Kemal, gene mi poker oynuyorsun?" diye bağırırmış.
Felsefe tarihinde felsefenin kendisiyle her zaman en yakın ve sıkı ilişkiler içinde bulunmuş olduğu temel insani entelektüel etkinlik alanlarından biri bilim ise diğeri hiç şüphesiz din olmuştur. Hatta gerek Doğu İslam, gerekse Batı Hristiyan tüm Ortaçağ felsefesini felsefeyle din arası ilişkiler probleminin bir tarihi olarak okumak veya anlatmak mümkündür. Öte yandan felsefeyle din arasında onların yapılarından ileri gelen bazı çok önemli yakınlıklar, hatta bir amaç birliğinden söz etmemiz de mümkündür. Çünkü felsefe, ünlü bir Amerikalı filozofun söylemiş olduğu gibi bir cephesiyle;
"Normal olarak dinin her zaman pratik ve duygusal olarak yaptığı şeyi, yani insan hayatını insanın içinde bulunduğu evrenle belli ölçüde doyurucu ve anlamlı bir ilişkiye sokma ve insani işlerin yürütülmesinde birazcık bilgelik sağlama çabasını entelektüel planda gerçekleştirme girişimidir.”
Depresyon ve kaygının üç tür nedeni var: biyolojik, psikolojik ve toplumsal nedenler. Bunların hepsi gerçek ve hiçbirinin kimyasal dengesizlik gibi kaba bir fikirle tarif edilmesi mümkün değil. Toplumsal ve psikolojik nedenler uzun bir süredir ihmal ediliyor, oysa biyolojik nedenler onlar olmadan devreye girmiyor gibi.
Bu nedenlerin antika bir
İnternet pek çok insanın başkalarıyla aralarında bir bağ olduğu hissini çoktan kaybettiği bir dünyada doğdu. Uzun yıllardır devam eden bir çöküş süreci söz konusuydu. İnternet ortaya çıktığında bu insanlara kaybetmekte oldukları şeyin bir tür parodisini sundu - komşuların yerine Facebook arkadaşları, anlamlı çalışmanın yerine video oyunları, dünyada kazanılan statü yerine durum güncellemeleri. Komedyen Marc Maron bir defasında şöyle demişti: "Durum güncellemelerinin her biri tek bir talebin çeşitlemeleri aslında: 'Biri beni fark edebilir mi lütfen?