"Paran varsa eğer
Bana bir fanile bir don al,
Tuttu bacağımın siyatik ağrısı."
Param var diyorum Nazım baba alayım ama sen yoksun. Sana dünyalar alayım desem nafile. Çaresizlik kokan şiirlerini bize bırakıp çekip gitmişsin işte.
"Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında 10 kere döndü dünya" demişsin. Peki sen öldüğünden beri güneşin etrafında 55 kere dönmüş bu dünya bunu bilir misin? Bütün polisler fark etti artık Gülhane parkındaki en güzel ceviz ağacı olduğunu.
En güzel şeydir şimdi hatırlamak seni. Tarih 23 Eylül 1945 olmasa bile. Türk köylüsü hala kitap yerine topraktan öğreniyor her şeyi. Değişen hiçbir şey olmadı senden sonra.
Ve senin gibi öylesine ciddiye alıyorum ki yaşamayı,
yetmişimi görürsem eğer zeytin dikeceğim. Buralarda yetişmez ama olsun.
Haydarpaşa garında değilim.
Ne sene 1941'in baharı ne saat on beş.
Ama yine de merdivenlerin üstünde güneş yorgunluk ve telaş var.
Ama vakit yok Nazım Baba. Paris yansın yıkılsın artık kimin umurunda.
"Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama."
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim.
Dikkat! Kitap içerisinde bize sunulan fikirlerden bahsetmiş bulundum. Bunu spoiler olarak değerlendirenler olabilir. Bu yüzden uyarıda bulunuyorum.
Barış Özcan ağabeyimizin tavsiye ettiği bu kitabı okumuş bulundum.
İnsanın 'sadece makine' olduğunu savunan yaşlı amcamız ile genç arkadaşımızın diyalog savaşı ile karşılaştım kitapta. İlk sayfasını
Kitabı yirmi bir günde bitirdiğimi görünce ben de kitabı süründürdüğümü düşündüm ama işin aslı kitabın beni süründürmesi ve süründüre süründüre kendini okutmasıydı. Her sayfasında kırk beş dakika düşündürüp üstüste sigara yaktıran kitaplara zor rastlayınca tadını çıkarıp yavaşça sömürmek istedim. Arada beynimin error verdiği zamanlarda da bu
“Ne güzel olurdu… Geçse karşıma, her şeyi anlatsa; kendi kızından başlasa mesela. Günah çıkarsa… Yalvarsa yardım et, diye.” iç geçirdi.
“Ben de sır bırakmadan her şeyimi anlatsam, hayatın içinde ikimizin arasında gizli saklı hiçbir şey olmasa. El ele versek; birbirimize nefret edeceğimiz, utanacağımız, duymaktan korkacağımız, kendimize bile asla itiraf edemeyeceğimiz her şeyi anlatsak… Kalbimizin tüm odalarını açsak. Işığımız ile aydınlatsak. Sırlarımızı, acılarımızı saklandıkları yerlerden bulup; kazıyıp sıyırsak. Çırılçıplak kalsak…
Ama olmuyor; hayallerim gerçek anlara dönüşmüyor. Sahte benlikler, sahte yüzler ile kendi hapishanemi kuruyorum. Tüm duygular, acı gerçekler ve anılar, bu hapishanenin duvarlarını aşamıyor. ‘Adaletin borcu var bana,’ desem de, o adalet hep ödeşmekten, yaptıklarının kefaretini ödemekten kaçıyor.
Belki şimdi ya da az sonra, bu derin umut dolu gecede bir meşale yakacak. Alacak karamsarlığımı; yanıltacak beni. Parmaklarımın arasında bitmek üzere olan sigarayı alıp söndürecek. Önce kendisinin sonra da benim maskemi fırlatıp atacak. Ellerimi elleri saracak… Ve diyecek ki; ‘Gerçekler yarayı kapatmaz, biliyorum. Ama pansuman eder.”
Tek kelime ile efsanevi bir kitap. Kitap yalnızca okuması gereken bir kitap değil anlaşılması gereken bir kitap. Çok geç bitirdiğim nadir kitaplardan biri çünkü o kadar derin ki tekrar tekrar okumak gerekiyor bazen söylenen tek bir Kelime üzerinde saatlerce düşünebiliyor insan. Bu herkes okuyabilir ama önemli olan kitabı okuduktan sonra hala aynı
> Uzun bir aradan sonra, yine bir inceleme ile merhaba demek isterim siz sevgili okurlara. Tabi beni bilen ve tanıyanlarınızın, bu satırları okumaya başlamadan önce, incelemenin uzunluğuna bakacağına da adım gibi eminim. Artık kalemin ve hayalimin gücü ne verdiyse diyelim ve yavaş yavaş konuya girelim derim. Bugün
Masalla gerçeği ayırt edebilecek okurlara… diye başlıyor bu seferki romanımız. Bugüne kadar Azra Kohen'in herhangi bir kitabını okumamıştım ve Aeden benim için bir ilkti diyebilirim. Ne zaman vakit bulup Ankara Olgunlar caddesinde ve diğer kitabevlerinde yenilikler ya da aradıklarım için bakınsam, Fi, Çi, Pi üçlemesini görüyordum. O kırmızı, mavi
" BÜTÜN İNSANLAR EŞİTTİR AMA BAZI İNSANLAR ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR! "
Spoiler! Bu kitapla yeni tanışabilme fırsatı buldum ve şimdiye kadar okumadığım için kendime kızmadım desem yalan olur. Eğer bu kitabı hâlâ okumadıysanız rica ediyorum bir yerlerden edinin ve okuyun.
Kitapla ilgili binlerce inceleme varken bir de ben yazmalı
Avusturyalı yazar Stefan Zweig (1881-1942), Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu orijinal adıyla Brief einer Unbekannten adlı öyküsünü 1920’li yılların ilk yarısında kaleme almıştır.
Yazarın hayatına yer vermeyeceğim, doğrudan kitabımızın incelemesine geçelim.
Kitabın mektup türündedir. Bir yazarımız var ve ona bir mektup geliyor. Gelen mektup
Kocadım herhalde, kocamam derken
Dede oldum bugün sevinçliyim ben
Kendimi genç görsem, desem de erken
Dede oldum bugün sevinçliyim ben.
Karayken aklaşan saçla sakalmış
Anladım ki gençlik geride kalmış
Ömrü uzun olsun, torunum gelmiş
Dede oldum bugün sevinçliyim ben.
DN: Hastane önünde beklerken 🥰🙂