YASİN SURESI
"Görmek için göz verdik, dönüp bir kez bakmadı.Aksın diye göz pınarları verdik bir damla yaş akmadı. Konuşsun diye diller verdik , bir çift güzel söz söylemedi. Dinlesin diye kulak verdik bir tek doğru söz dinlemedi. Sevsin diye kalpler verdik bomboş bıraktı. Şimdi sen, neden yaşadın ey insanoğlu? Böyle çıkıp huzuruma geldin, sen insan mısın nesin, dön de bir bak kendine? "
Ana, Baba ve Çocuklar
Çocuklara: "Yalan söyleme. Hile yapma. Bunlar doğru hareketler değildir. Ayıp ve günahtır. İnsanların nefretini çekersiniz." derler. Ne yazık ki, bu sözleri söyleyen aynı kişiler birbirlerini aldatırlar. Başkalarını ve çocukları aldatırlar. Ve yine çocuklara: "Kimseyi incitmeyiniz. Nazik ve terbiyeli olunuz." derler. Ne var ki, kendileri bu kurala uymazlar. Çocuklar hilenin çabuk farkına varırlar. Önce şaşırırlar. Ana ve babalarının, kendilerine kötü ve günah diye gösterdikleri şeyi nasıl olup da kendilerinin yaptıklarını anlayamazlar. Sonunda, çocuklarda şu kanaat oluşur: Ana ve babalar başka türlü söylerler, daha başka türlü hareket ederler. Böylece çocukların, anne ve babalarının sözlerine güvenleri kalmaz. "Şunu yapın, bunu yaprnayın!" gibi nasihatlere artık kulak asrnazlar. Zira "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!" Evet, çocuklar da artık sözüyle özü bir olmayan toplumdaki bu insanların davranışlarını ve eylemlerini taklit ederek büyürler. Diğer taraftan ana-babalar, çocuklarının küçük oldukları halde söz dinlemediklerinden, dikbaşlı olduklarından yakınırlar. Halbuki; çocukları hu hale getirmeye kendilerinin sebep olduklarının farkında bile olmazlar.
Sayfa 56 - Timaş Yayınları, 2005 Mart Baskısı, Çeviri: Ali Çankırılı
Reklam
…bir kadının Shakespeare’in çağında Shakespeare’in oyunlarını yazmış olabilmesi her yönüyle ve tümüyle olanaksızdı. Gerçeklere ulaşmak olağanüstü güç olduğundan, izin verin, düş gücümü harekete geçirip Shakespeare’in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu diye şöyle bir tahmin yürütmeye çalışayım. Shakespeare
Lise ikinci sınıfta aynı sırada oturmaya başlıyoruz. Üzerinde kalem koyma oluğu olan masamızı kendimize doğru iyice çekince iki kişilik dünyamız kuruluyor. Oraya öğretmenler giremez, yabancılar giremez. Dersler, sınavlar artık başka bir şey, artık biz başka bir şeyiz. Bir yıl sonra, lise yıllığında yer almamaya karar veriyoruz. "Onlara birbirimizden neden söz edelim ki!" diyorsun sen. "Bizim tarihimiz başka türlü yazılsın!" diyorum ben. Fotoğraflarımızı vermezsek diplomalarımızı "alamayabileceğimizi" söylüyor sınıf öğretmeni. Sonunda fotoğraflarımızın yanında yalnızca isimlerimiz ve numaralarımız yer alıyor.
"Nerede şimdi bu adamlar?"
Vaktinde, Yetim hoca isimli, iyiliği ve doğruluğu ile tanınmış bir zat varmış... Bir gün adamın biri cami abdesthanesine giriyor ve belindeki gümüş diviti, duvarın üstüne bırakıp gidiyor. Arkasından başka bir adam giriyor, onun da arkasından Yetim Hoca... O aralık gümüş divitin sahibi malını hatırlamış ve dönmüştür. Yetim Hoca ile karşılaşıyor ve ona asılıyor. Hoca, hiçbir şeyden haberi olmadığını söylüyor. Haydi hakim huzuruna! Hakim, Yetim Hocaya diviti almadığına dair yemin teklif ediyor. Doğru olarak bile yeminin dince güzel sayılmadığını bilen hoca şöyle diyor: "Yemin etmem... Ben almadım... İcap ederse mal sahibinin kayıbını vereyim. Fakat beni yemine zorlamayın!" O anda muhakemeyi dinleyen bir adam ileriye atılıyor ve hakimden söz istiyor. Bu abdesthaneye girip de diviti almış olan adam: "Diviti ben aldım hakim efendi! Bu muhterem din adamının haklı olduğu yerde bile yemin edemeyişinden o kadar müteessir oldum ki, kendimi ele veriyorum! Hicabından kıpkırmızı olmuş, sarığının altından da şıpır şıpır ter damlayan Yetim hoca, yere bakarak, kendisine uzanan takdir nazarlarından bile gözlerini kaçırıp uzaklaşıp gidiyor. Başgardiyan, hikayesi bittikten sonra, şahadet parmağını "anladın mı, kavradın mı?" gibilerden şakağına götürerek neticeyi bağladı: "Nerede şimdi bu adamlar, beyefendi, nerede?"
Sayfa 15 - Büyük Doğu Yayınları, 3. Baskı, Ocak 1977
Esra Özdoğan'ın önsözünden...
Artaud'nun yazıdaki dili tiyatrodaki bedeni gibi de­vinir. Her sözcük, her kavram, her dize, kendisi için uy­gun görülmüş, sınırları ve ölçüsü önceden belirlenmiş bir alanın dışına akmalı, yüzyıllar boyu dayatılmış içerikler­den, hali hazırda göndergelerden sıyrılmalıdır. Yapı, de­ğer ve işlev kavramlarını hiçe sayan bu dil, ilkel ve köke­ne dönük olmalıdır. Tıpkı uygarlığın bedeni gibi. Dele­uze "arı bir itki dili" olarak tanımlar bunu, sözcüklerin anlamlarını bütünüyle yitirdikleri temel bir düzenin dilin organik yapısının yerini aldığını söyler. Yine de basit bir boşlatma işleminden, bir silicilikten çok, işin temelinde dili devindirerek, sözü eyleme çevirmek olduğuna göre, hammaddesinl layıkıyla kullanan bir dilin hakiki anlam­ları arayışından ve bunları açık etmesinden söz etmek da­ha doğru olur -"ruh" dediğinde, bedenin ateşini canlı tu­tan bir soluğa gönderir, sonsuzluk kaygısı güdülerek tö­renlerle köreltilmiş ve bedeni de tüketmiş soyut bir kav­rama değil. Artaud, Meksika'da totem ayinleri ve afsun­larla arındırdığı bedeni gibi bir beden arzular yazı için, taşkın, güçlü, uykuya dalmamış bir şiir bünyesi ...
Sayfa 11 - undefinedKitabı okudu
Reklam
1.000 öğeden 981 ile 990 arasındakiler gösteriliyor.