Peyami Safa 'nın da ''Bodrum Katından Notları'' var . . .
Gaz lambasını yakıp merdivenlerden yavaş yavaş ''Bodrum Katı''na doğru inelim . . .
Bu roman, sadece 15 yaşındaki hasta bir gencin hastane koridorlarında geçirdiği talihsiz anılarını anlattığı, arada aşk hezeyanlarını dışa vurduğu ya da
Peyami Safa 'nın birebir kendi çocukluğundan izler taşıyan yarı-otobiyografik bir roman olarak değerlendirip incelemeyi bu doğrultuda tamamlayıp biterebilirdim ancak bu romanın altında daha derinlerde yatan bir felsefe olduğunu düşünmekteyim. Lakin Peyami Safa gibi yüksek kalibreli bir yazarın kaleminin gücü, ruhunun dehlizlerini kasıp kavuran bir sebepli fırtınadan kaynaklanmaktadır.
Peki ya nedir bu adamın ruhunun dehlizlerinde uğuldayan, vızıldayan ruhunu kasıp kavuran bu sebepsiz fırtınanın sebebi? . . .
Talihsiz doğmuş, hayata 1-0 yenik başlamış olmanın verdiği hezeyanla hayatı daha en başlarında yeni yeni anlamlandırmaya başlamış olduğu körpecik bir yaştaki ergenin hastalığı kabullenme süreci ve iç dünyasındaki yansımalarını, hastalık sürecini ve onun üzerinde taşıdığı izlerini görmekteyiz. Ancak neden kendi yaşıtları, sağlıklı ve sokaklarda özgürce oyunlar oynarken çocukluklarını doyasıya yaşarlarken aynı yaşta olan kendisi hastane koridorlarında ıstıraplar içinde kıvranmakta hatta sürekli bir uzvunu kaybetme korkusu ile cebelleşmektedir. 15’lik Peyami’nin isyanının müsebbibi olan aklını bir kurt gibi kemiren o sorular, belki de şunlardır:
Kader, beni niye pas geçmiştir?
Ne günah işledim de böylesi bir ebedi cezaya bu kadar erken bir yaşta mahkum edildim?
Dünya, neden herkese adil davranmaz?
Hayat, şayet bir oyunsa diğerleri hayata eşit ya da 1-0 önde başlarken ben bu oyuna neden doğar doğmaz hükmen mağlup başlamak zorunda bırakıldım?
Dünyanın şayet adaleti ve adil yasaları varsa diğerlerine adil işletilen bu yasalar, benim için neden işletilmemiştir?
✵ ✵ ✵
Böylesi ağır bir hastalıkla erken yaşlarda cebelleşmeye başlayan bir ergenin kafasında ister istemez yer edinen sorular şüphesiz bunlardır. Asıl, bu romanın sorgulattığı şey, talihsiz bir gence karşı bir acıma hissi yaratmak değil, ''Adalet'' ve ''Absürdizm'' kavramlarını sorgulatmaktır diye düşünüyorum.
Biraz buralardan ilerleyerek 15'lik Peyami Safa ile dertleşelim istiyorum . . .
Zamanı büküp gelecekten geçmişe dönelim, Peyami Safa'ya gelecekten geçmişe bir mektup gönderelim istiyorum . . .
Sevgili 15'lik Peyami;
İnsan, dünyaya karşı çeşitli taleplerde, isteklerde bulunur. Ancak dünya, bizim beklentilerimize karşı kayıtsızlık sergiler. Lakin Dünya'nın insanların beklentilerini/isteklerini karşılamak gibi bir misyonu olmadığı gibi doğduğu anda bilinci henüz oluşmamış olan insan da Dünya'nın veya Dünya'daki şeylerin insana karşı nasıl tavırlar sergilediğine dair bir fikri, bilinci, beklentisi olmadan dünyaya gelir. Aslında sadece fiziksel görüntüsü değil egosu da oldukça şişik olan Dünya, kimseyi umursamadan gayet kendi halinde dönmekte , kendi işine bakmaktadır. Yani, seni ya da bizi umursamamaktadır. Ben işimi yaparım, gerisine karışmam diyen katı ve soğuk duruşlu bir memur gibidir ancak insanlar bu gerçeği, yavaş yavaş ve deneyimleyerek öğrenirler. Ancak Sevgili 15'lik Peyami; anladığımız kadarıyla bu süreçte tabiat yasaları, sana pek de adil davranmamış, elini kolunu bükmüş hatta kolunu bükmekle de kalmamış kolunu tamamen kaybetmenin eşiğine kadar götürmüş. . . Herkesin - tüm insanlığın - yavaş yavaş deneyimleyerek bunun sonucunda maruz kaldığı bir gerçeğe maalesef sen daha en körpe yaşlarında hem de en talihsiz en zalim haliyle maruz bırakılmışsın. Tabiat yasalarının sana karşı bu umursamaz tavırları, sakın ola ki moralini bozmasın. Lakin insanların isteklerinin dünya/tabiat için bir anlamı yoktur. Dünya, sadece dönmekle ve fiziksel kanunları işletmekle meşguldür.
İşte ''Dünya'nın talihsiz doğan insanlara sırtını dönme ve kendi işine bakma hali’’, insanın şevkini kırar/motivasyonunu düşürür, bir süre sonra da varoluşsal sancılarla birlikte derinleşen bir hayattan kopuşu başlatabilir. Ancak ruhunun dehlizlerinde kopan fırtınalar, haklı isyanlar, senin o güçlü kaleminle birleşince satırlarının ayağını yerden kesecek ve onları semaya taşıyacaktır. Sen 23 yaşlarındayken hayata henüz gözlerini açan Nobel Ödüllü Portekizli bir yazarın kitabında okumuştum ve orada diyor du ki: ‘’… ruh, gerçek büyüklüğünü en büyük sıkıntı anlarında koyar ortaya.’’. Sana bu mektubu yazarken aklıma geliverdi, yazayım dedim. Hayatın/tabiatın sana yapmadığı babalığı, göster(e)mediği büyüklüğü, senin kendi ruhun gösterecektir. Belki de bir gün Türk Edebiyatında psikolojik tahlilleri en iyi yapan, insan ruhunun derinliklerindeki en kör noktaları en iyi yazarların başında geleceksin. Bu kadar derde/kedere rağmen sen yine de hayata gönül koymayıver, olur mu? Bırak da büyüklük sende kalsın, büyüklük ruhunda kalsın. Şimdi kalemini eline al ve ona dört elle sarıl , ölene kadar da onu sakın ha bırakma . . . Tıpkı bacağının kesilmesine razı olmayan roman karakterin gibi, sen de kolunun kesilmesini asla kabul etme, yoluna çıkan taşlar gözünü korkutmasın, hayatın sana dayattıklarına karşı başkaldır, . . .
Sakın ha asla vazgeçmeyesin. . .
Sevgi ve selamlarımla. . .
Engin Mavi
11.11.2023, İstanbul
Peyami Safa'ya Gelecekten Mektuplar
Peyami Safa 'nın bir kere tutunup da ölene kadar dört elle sarıldığı her ne olursa olsun asla bırakmadığı o kaleminin gücünü bir inceleyelim . . .
PEYAMİ SAFA'NIN TALİHİ VE TALİHSİZLİĞİNİN BİR ANALİZİ:
Peyami Safa , incelemenin başında da belirttiğim gibi hayata karşı talihsiz bir başlangıç yapmıştır ancak kalemi açısından oldukça talihli biridir. Sağlığı ve aile hayatı için işletilmeyen tabiatın adalet yasaları, kalemi için işlemiştir; ona bir yerden imkanlarını kısa hayat, diğer yandan yağdırmıştır. Hayat ve yasaları, herkese adil davranır; sadece hangi perspektiften bakıldığına bağlıdır. Görebilene (!) . . .
Peyami Safa , aydın entelektüel bir aile soyundan gelir. Hatta babasının aile kökleri, taa Akşemseddin’e kadar dayanır. Bu nasıl köktür ki çınar ağacı gibi Hey Maşallah! dedirten cinstendir. Babası, Servet-i Fünun akımının yazarlarındandır. İstibdat döneminin baskılarına karşı olan Baba İsmail Safa, yazdığı şiirler sebebiyle Sivas’a sürgüne gönderilmiştir.
Peyami Safa 'nın betimlemeleri o kadar canlıdır ki okurken hastane koridorlarının o kendine has kokusu burnunuza geliverir aniden. Bir okur, gözü ile okurken burnu ile nasıl koku alabilir ki dedirten ruhsal bir büyülü gerçeklik aromasını Peyami Safa’nın satırlarındaki ruh tahlillerinde hissedersiniz. Dedik ya kalemi çok güçlü diye . . .
Daha 2 yaşındayken babasını kaybeden öksüz kalan
Peyami Safa , çok zor şartlar altında annesi ve ağabeyi tarafından büyütülür. Okul hayatına ilk başladığı yıllarda
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanına konu olacak hastalığa tutulmuştur: ‘’Kemik Veremi’’ne yakalanır. Kemik Veremi, romandaki anlatıcının da belirttiği gibi, yürümeyi hatta ayağının üstüne basmayı bile zorlaştıran hatta ileri vakalarda ayağına basması yasaklanılacak raddeye getiren bir illettir. Bacağında fistül traktı (iltihap kanalı) ve yaralar oluşmasına sebep olan, ciddi eklem ağrılarıyla inim inim inleten bu hastalık, özellikle eklem bölgelerinde çok ciddi kalıcı hasarlar bırakmasıyla bilinir. Romanda bu hastalık öyle canlı şekilde tasvir edilmiştir ki, tıbbi terimler eşliğinde semptomlar, teşhisler, tedavi yöntemleri sanki bir doktorun ağzından bilimsel açıklamasıyla izah ediliyormuşcasına okura öylesine güzel aktarılmış ki Peyami Safa'nın bu hastalığından ne kadar çok çektiğini ve hastaneye gide gele hastalığı hakkında ne kadar bilgiye hakim olduğunu da bizlere göstermiştir.
Roman karakterinin bacağının;
Peyami Safa 'nın ise kolunun birinin kesilmesi gerektiği söylenir, okumakta olduğu dönemde tam da roman karakterinin olduğu yaşta okulu terketmek zorunda kalır, artık çalışma hayatına atılmak gibi bir zorunluluk da doğmuştur. Kader, ona hastalığının yanına maddi sıkıntıları da ekleyip ikinci şamarı suratına yapıştırıvermiştir bile. Hayat, bir türlü Peyami'nin kafasını kaldırtmaz, belini doğrultmaz. Bu talihsiz ve çileli bir hayat, pek tabii ki böylesi bir insanı erken yaşlarda olgunlaştıracak, hayatın yakasına yapışıp onu ite çeke sorgulamasına sebep olacaktır.
AYDINLANMANIN İLK SİNYALLERİ:
Aydınlanmanın ilk sinyalleri de yine bu olumsuz şartlar altında doğmuştur diyebiliriz. Önce matbaada sonra Posta Telgraf Nezaretinde çalışır. 1918’de Düyûn-u Umûmiye de memur olarak çalışır. Ailesini geçindirmek için çalışmak zorundadır ancak çalıştığı her dönemde felsefeye edebiyata ilgi duymuş, sürekli okumuş, araştırmış ve yazma çabasına girişmiştir.
Ancak hayatın insanlarla dalga geçen mizacını
Peyami Safa üzerinde baskın bir şekilde görmekteyiz. Hayat, Peyami'ye tokat üstüne tokat atmakta bir yandan da sanki onunla dalga geçer gibi başına talih kuşu kondurmakta, onu evirip çevirip şaşkına çevirmekte, deliye döndürmektedir. Belki de Peyami Safa’yı Peyami Safa yapmış olan güzel şeylerden biri de yine bu talihsizlikler zincirinin yaşandığı lise dönemlerine rastlar; yine bu dönemde tanışmış olduğu kişiler arasında gelmiş geçmiş en başarılı, en vizyoner, filozof ve geçmişten günümüze kadar gelen tüm bakanlar arasında en başarılı Milli Eğitim Bakanı olan
Hasan Ali Yücel de vardır. Hasan Ali Yücel dediğimiz kişiyi tam olarak tanımayan ya da çok az bilgisi olanlar için sadece şu tanımlamayı yapmak yeterli olacaktır sanırım: *
Hasan Ali Yücel gibi insanlar, neden yüzyılda bir denk gelir diye sormaktan da kendimi alamıyorum.
Bana çok iç çektiren bir inceleme yazısı olmaya başladı.
Neyse devam edelim . . .
Diğer aydınların da bulunduğu ortamlarda karşılıklı entelektüel sohbetler yaparlar. Bir kere içine okumanın ve aydınlanmanın hissi kaçmıştır ve bu his, artık yükselen bir deniz gibi kabararak hep var olacaktır.
Peyami Safa , maddi olarak bir türlü rahat erişememiştir; bu sefer de Kurtuluş Savaşı bitmiştir ancak ülkede yokluk, sefalet, salgın hastalıklar diz boyudur. Eee biraz para kazanması, belini doğrultması gerekir; edebi değeri düşük de olsa polisiye ve aşk romanları yazıp üç beş kuruş cebine para girsin ister.
BİR GÜZEL KARŞILAŞMA:
Nazım Hikmet Ran ile bir dönem aynı dergide yazarlar. Kısa sürede o kadar iyi dost olurlar ki 1930’da ise
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı çıktığında bu kitabını Nazım Hikmet'e ithaf eder. Ancak sonraları bir şekilde siyasi sebeplerden dolayı kavgaya tutuşurlar;
Necip Fazıl Kısakürek de dahil olur. O dönemde yapılan kalem kavgaları, zaten çok meşhurdur.
Çetin Altan ile kavgaya tutuşur.
Bu kısmı, “Bir Güzel Karşılaşma” başlığı altında açmamın sebebi, kalem kavgalarıdır. Fikirler, böyle ortamlarda demlenir, gelişir, filizlenir. Karşıt fikirleri saygı çerçevesinde kalemle tartışabilmek gibisi yoktur. Dünyada birçok savaş türü vardır: Silahlarla yapılan savaş, kimyasal savaş, siber savaş, teknoloji savaşı . . . Hatta savaşların en büyüğü, insanın ruhunun derinliklerinde kendi kendisiyle yaptığı büyük romanlara da sirayet eden o savaş . . . Ancak bir başka savaş türü daha vardır ki savaşların en güzelidir. Savaş gibi kirli bir kavramı bile güzelleştiren o kavram. Savaş gibi tiksinç bir kavramın güzeli, iyisi olur mu?: Olur tabii ki; “Kalem Savaşları'' . . . Kalemin kavgası bile güzeldir. Kavga edecekseniz siz siz olun sadece kalem ile yazarak birileriyle kavga edin. Tabii önce kalemle savaşacak entelektüel bir donanıma sahip olmak gerekir ki bunun için de çok kitap okumak lazımdır.
1915 yılı I.Dünya Savaşı dönemine eserlerinde ışık tutan
Peyami Safa , gerçek bir vatanseverdir. Mütareke döneminde bile korkusuzca işgali eleştiren yazılar yazmış hatta İngiliz mandasını kabullenen arkadaşlarına açıktan tavır almıştır.
YAŞAMININ SON DÖNEMLERİ VE EVLAT ACISIYLE GELEN ÖLÜM:
Son dönemlerinde siyasi yazıları, edebi yazılarının bir atbaşı önünde gider. Yine maddi sıkıntılar baş gösterir. Kıtlıklarla geçen bir hayata karşı bağışıklığı çok güçlü olsa da Peyami'nin direnci, takati bu sefer eskisi gibi değildir şayet yazmazsa aç kalacaktır, bu acı gerçeği bildiği için asla keyfi için yaz(a)mamıştır:
“Yazmamak”, ayrı bir şey.
“Yaz(a)mamak”, ayrı bir şeydir.
“Yaz(a)mamak”, biraz öksüz, biraz yetim bırakır yazarı. Boynu bükük bırakan bir durumdur; isteyip de yazamamak. Konu, edebiyat veya sanat olunca içinden gelen ilham ve heyecanı baskılayıp sadece salt mantığının sesine, hakikatin acı çığlıklarına kulak vermeye çalışmak, bir özgür ruhu dizginlemeye çalışmak değilse başka nedir? ...
Velhasıl. . .
Bu durumda müşkül halde kalan bir yazarın yerine kendimizi koyduğumuzda aslında ortaya oldukça acıklı bir tablo çıkıyor. Bir yazar için ne kadar hazin bir durum değil mi? Bununla kalsa yine iyidir. Ama nerde. . . Acıların en büyüğü henüz tadılmamıştır: Azrail randevusuna biraz erken gelmiş, kapıda beklemektedir . . .
Evlat Acısı . . .
Oğlu Merve Safa Erzincan'da askerlik görevini yedek subay öğretmen olarak yaparken karaciğerinden rahatsızlanır, akut ve hepatit şüphesiyle hastaneye kaldırılır ancak kurtarılamaz. 22 yaşında çok genç bir ölüm ve bir baba için tarifsiz bir acı. Lakin
Peyami Safa hayatında birçok acıya katlanmıştır ama bu seferki pek de dayanılacak türden değildir. Acıların en büyüklerine, dertlerin en dermansızlarına katlanan Peyami Safa , evlat acısına dayanamamıştır. Evladının vefatından üç ay sonra beyin kanaması geçiren Peyami Safa yitirdiği evladının gittiği istikamete doğru gider. . .
✵ ✵ ✵
Peyami Safa 'yı tanımlıyormuş gibi geliyor:
"Hayattan çok az şey istedim - ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek, bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne âlem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden, hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde."
#197142334
Hayat, maalesef Peyami Safa'yı görünce başından savar gibi terslemiş sanki . . .
Sonsuz saygı ve minnetle . . .
Peyami Safa
(1899, İstanbul - 1961, İstanbul)
Ezilenler romanında dünyadaki iyi insanların bir türlü karşısına çıkmadığı talihsiz kız Nelli adlı roman karakterini çok fazla anımsattı bana.
Bu roman karakterlerinin psikolojik tahlillerini de yaptığım inceleme yazılarımı okuyup fikir edinmek isterseniz bağlantıları aşağıya bırakıyorum:
Kaleminize sağlık çok güzel analiz edilmiş bir inceleme olmuş.
Peyami Safa para için yazmasaydı kim bilir daha ne kadar güzel şeyler ortaya çıkabilirdi dedirtti gerçekten kalemini beğendiğim ender yazarlardan ve incelemede yazara çok üzüldüm hayat bu kadar mı kapatır kapıları insanın yüzüne 😔 iyiki yazmış iyiki kitapları var saygı ve minnetle 🙏
Büyük yazarların ve hatta genel olarak büyük insanların ortak kaderleri, erken yaşta öksüz-yetim kalmak, hayatın acı yüzüyle çok küçük yaşlarda tanışmak, çocukluklarını yaşayamamak, hastalıklarla, maddi imkansızlıklarla ve hatta savaşlarla uğraşmak…
Eğer bunlar olmasaydı belki de ruhları daralmayacak, ve o büyük yazarlar bu kadar da büyük eserler verecek kadar olgunlaşamayacaklardı.
Nobel Ödüllü Portekizli yazar
José Saramago ‘nun bir sözü vardır. Bunu inceleme yazımın bir bölümünde de geçirmiştim:
‘’… ruh gerçek büyüklüğünü en büyük sıkıntı anlarında koyar ortaya.’’
Hayatın yapmadığı babalığı, göstermediği büyüklüğü, yeri geldiğinde bizzat kendi ruhları göstermektedir. Ben şahsen büyük yazarlar/büyük insanlarda bunu gözlemliyorum.
Elinize sağlık. Çok iyi bir inceleme olmuş. Genç bir yaşta yazmasına rağmen belirttiğiniz gibi ağılığı olan bir eser.
Peyami Safa nın tarzını oluşturan önemli bir kilometre taşı. Ayrıca kadınlara olan güvensizliğinin ilk adımlarını da yine bu kitapta görüyoruz.
Budala daki İppolit karakterine benzeşen yönler var. Ancak Peyami Safa hastalığından dolayı kimseyi suçlamazken, İppolit karakterinde sağlıklı insanlara karşı bir haset görmekteyiz.
Peyami Safa nın diğer kitaplarının incelemelerini de sizden bekliyoruz
Budala romanındaki İppolit karakteri ile kaderleri çok benziyor. Peyami Safa’da psikanaliz ön plandayken; İppolit, derin felsefi sorgulamalara giriyor. Tabiat yasalarını allak bullak etmenin saplantısal bir derdine düşüyor kendince. Ona göre; Her insan, kendi eylemlerinden yine kendisi sorumludur. Buna kendi ölümü de dahildir.
Felsefi olarak ilkesel net bir duruş sergilerken;
Peyami Safa ‘nın felsefi yönü sönük kalmış eserde. Felsefi yönde kalemini oynatmamış hiç. Freudyen akış ile ilerlemiş.
Yine
Fyodor Dostoyevski’nin Nelli karakteri de Fatalizm(Kadercilik) çerçevesinde incelenecek çok özel bir karakter. Hem İppolit hem de Nelli karakterleri, nitelik/nicelik itibari ile güçsüz/takatsiz, sıska, hasta, aciz gibi gözükse de romanın en güçlü karakterlerinden biridir. Roman, ana kurgu üzerinde ilerlerken bu tarz güçlü roman karakterleri romanı bir yerinde tutup başlı başına bir orjinal bölüm açıyor. Kitabın yüzünü bir anda kendine çeviriyorlar. Ben
Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ‘ı okurken bir ara tüm kurguyu bırakıp ya ne olacak bu Nelli’nin hali diye düşünmekten kendimi alıkoyamamıştım.
Özellikle, inceleme yazımın sonunda yer alan Dostoyevski incelemelerimin içinde İppolit ve Nelli hakkında yazdığım roman karakteri analizlerinin okunması, bu eserle güzel bir kombin oluşturacaktır.