Mazlumlar niçin perme perişan, neden zulüm kırbaçıyla inliyorlar? Bir zamanlar üç kıta, yedi denizi aydınlatan medeniyet güneşimiz ne zaman doğacak? Bizim seherimiz, bizim sabahımız karanlıkta kayıp mı oldu?
Sustu, yıkılmış gibi kendi kendine mırıldandı. "Nasıl söyleyeceğim bunu annesine?"
Böyle konuşmasına rağmen sanki o kadar da sıkıntılı değilmiş gibi görünüyordu. Bu yüzden kuşkuya düştü Tobias.
"Bence çok dert etmeyin, belki de sevinir karınız. Hepinizin başına bela oluyormuş Cemal." Kerem'in gözlerinde bir öfke yalımı geçti ama kendini tuttu.
"Evladınız var mı Bay Becker?" Umursamadan baktı Tobias.
"Yok, ne karım var ne de çocuğum. Böyle bir dünyaya çocuk getirmeye de hiç niyetim yok. Baksanıza öldürülen oğlunuz için sizden şüpheleniyoruz."
Öyle bakma çünkü...
Güzel bahçeli bir ilkokulun penceresinden
dünyaya,
hayret, hasret ve biraz da
bayat bayram şekeri kederiyle bakan,
aklı canbaz, yanağı al,
sesi çilek aroması
bir çocuk oturuyor
gözlerinde...
Antonino Ferro (2009) çocukta öfke duygulanımının, kayıp yaşamamak ve terk edilmemek için, ötekine uymak zorunda kalmanın sonucu olarak ortaya çıktığını ifade etmiştir, zira terk edilmek çocuk için ölmek demektir; Ferro'ya göre bu bağlamda şiddet, ölmemek için mutlaka boyun eğmek zorunda olmaya verilen tepkidir. Bu yıkıcılık her zaman ötekine değil, şüphesiz öznenin kendisine de yönelebilir: Örneğin, kendi varoluşunu, kendisine yönelttiği fiziksel acı veren duyumlarda hissetmek gibi.
Türkiye’de sevgi kavramı gelenek göreneklerimizde dokunma üzerine geliştiğinden maalesef istis mara çok açığız. Mesela Ingiltere’de bir deney yapılıyor; sokakta, 4-5 yaşlarında bir erkek çocuğunu sokağın köşesine bırakıyorlar ve insanlar ne yapacak diye izliyorlar. Biliyor musunuz, kimse ço cuğa dokunmuyor. Sadece eğiliyorlar ve “Sana nasıl yardım ede biliriz, kayıp mı oldun, evin nerede, polis çağıralım mı?” diyorlar, bu kadar. Bizde olsa çocuk kucaklara alınır, yavrum benim falan denir. Acayip kültür farkı var bizde bununla ilgili.