Zweig çiftinin Avrupa’da ki ırkçı baskısından kaçarak intihar etmeden önce ki hayatlarını sürdürdükleri son durak ‘Brezilya ‘oluyor. Yazarın Brezilya’ya olan büyük hayranlığı halkında coşkuya neden olurken dönemin siyaset anlayışını doğru yansıtmadığı gerekçesiyle eleştirelere maruz kalıyor.Yazarın Brezilya’ya hayranlığı öyle böyle değil,farklı ırkların bir arada mutlu mesut yaşaması,barış içinde birbirlerine sevgiyle bakabilen ,sınıf ayrımını ve savaşı ret eden ,duyarlı bir toplum karşısında Zweig burayı tezatlar ülkesi olarak tanımlıyor .Siyahla beyazın karıştığı geleneksel ile modern yapıların iç içe geçtiği , eskiyle yeninin şehir ile doğanın bir arada olduğu, giriftlikleriyle,toplumsal tabakaları birleştiren insanının eşsiz uyumuyla bir tezatlar ülkesidir .Kitapta Brezilya’nın keşf edilişinden ,sömürge ülkesiyken kendine yetebilen bir ülke haline gelişinden ,Rio de Janeiro şehrinin o büyüsünü,Sâo Paulo’nun dönüşüm ve gelişim hızını ara sokaklarını,Rio das Velhasın geçmişin altın şehirlerinden olduğunu ,kumlarından altın tozları bulmalarını,limanlarını,palmiyelerini ,tütünün be kahvenin ortaya çıkışını,Bahia’nın geleneklerine bağlı kalarak yaşayışlarını,Güney Amerika’nın sandığımızdan daha büyük bir coğrafyaya sahip olduğunu aktarmaktadır.1930lu yılların Brezilya’sı ile şimdi ki arasında nasıl fark var bilemiyoruz.Kitabın başları yabancı isimlerle yoğunlaştığı için okurken zorlandım biraz.Fakat ülke ben de Stefan Zweig anlatımıyla merak uyandırdı.Ne dersiniz yolumuz bir gün Brezilya’nın o muhteşem doğasından,renkli sokaklarından geçer mi ?