Ben ağlayayım ve bana, 'ne kadar güzel ağlıyorsun, gözyaşların ne kadar güzel' diyebilecek birinin olmaması, bunca acının içinde en can yakanı oluyor. Her şey içinde hiçbir şey olmanın verdiği manasızlığı anlama bürümek için yazıyor hattat. Kazandım zannederken kaybediyor, yazdım derken aslında siliyor; hayatı, aşkı, iradeyi, ve gerçeği. Duyurmak isterken tüm aleme o gerçeği, kendi sağırlığında kayboluyor.
İkinci kısım ise daha karmaşık. İşin içinde aşk olunca berraklık kayboluyor çünkü. Aşkın gelişi aklın gidişi derler ya, işte kalfa olan kızımız kendi kabuğuna çekilip, gözlerinin görmek istediğinden ötesine bakmıyor bile. O böylesine aşıkken bilmiyor ki aynı ateş içinde yanan başka birisi de ona tutkun. Genç mezar bekçisi de yazıyor, hattat gibi. Oda zannediyor ki yazarsam rahata ererim, zannediyor ki herkes beni anlarsa işte o zaman içimi kavuran bu ateş söner. Aynı son onu da yakalıyor; ne yazdıklarıyla sesini tam anlamıyla duyurabiliyor ne de içindeki ateş sönüyor.
Sonu sonu öyküyü yazanla, öyküde yer alanlar arasında çıkan kargaşada, yazan mı üstün oluyor yoksa o rolü oynayan mı kestirmek zor. Kahramanları kendisine itaat etmeyen bir hikayeci olan yazar, öyküsünü kuşatırken kuşatılan oluyor bir anda.
Bu bağlamda soyutu somuta nasıl dökerim de anlatırım bilemiyorum. İfadeler çok nezih üstelik betimlemelerde öncesi ve sonrasıyla bağlantılı bir zincir gibi. Arasından seçip de alamıyorsunuz bir metni. Öncesini yazmasan anlam kazanmıyor, sonrasını yazmasan yarım kalıyor. Bu bir yetenek ve Nazan Bekiroğlu bunu ustaca kullanan biri..