“Kadere saygımız,tekrara göre değişiyor.Başımıza bir iş geldiğinde, bunu aksilik olarak kabul edebiliyor ve sineye çekiyoruz; bu aksilik ikinci kez geldiğinde, geldi mi üst üste gelir diyoruz, üçüncüsü tekrar ettiğinde her şey de senin başına geliyor diyerek rahatlıkla kanaat bildiriyoruz, sonraki tekrarlardaysa başına bu kadar çok şey geliyorsa, demek ki tüm bunları hak ediyor diyoruz. O bütün masumiyetiyle yaşamaya devam etse bile..."
Ve ben hafif bir gülümsemeyi bastırmaya çalıştım; çünkü oyun oynamayı seven ve bazen alaycı olabilen kader, özellikle sarstığı kişileri de garip şeylere çeker.
“Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur” der Ahmed Âmiş Efendi. Yani kader, levh-i mahfuzda yazılıdır. Biz kaderle başa çıkabilseydik zaten kul olmazdık. Kaderi akılla çözmek mümkün olsaydı zaten Tanrı olurduk…
Hayatın her dönemecinde, hatta her ânında tercih yaparız. Kişi fillerini seçer ve her seçiminde hikâye yeniden yazılır. Biz dünya sahnesinde rolünü oynayan varlıklarız. Ve bu rol bize yazılı olarak verilmiş olmakla birlikte doğaçlama yapmamıza da imkân sunulmuştur. Bize verilen rolden sorumlu değiliz ama yaptığımız doğaçlamalardan sorumluyuz. Allah tüm süreci, yaptığımız küçük büyük tercihler doğrultusunda yazılacak hikayeleri ezelî ilmiyle bilir. Süreç dediğimiz hayat, akan zamandır ve zamana tâbi olan biziz. O (cc) baktığında babamın sülbündeki hâlimden kıyamet gününe kadar geçireceğim her hâlimi, her ânımı tek bir karenin içinde görür.
" Sen kendi kaderinin hakimi olduğunu iddia ediyorsun, bunu anladık.Ama kaderler birbirinden ayrı değildir.Doğum ve ölüm dışında onları hiçbir sınır ayıramaz.Hayatımız bu ikisi arasında bir kumaşın ipleri gibi birbirleriyle iç içe, üst üstedir."
Bizim bu yaşamdaki kaderimiz dünyada bıkmanın en yüksek düzeyine ulaştırılmaktır.
Bu noktaya ulaştırılan insan kendisini, ona olan sevgisinden dolayı, oraya ulaştıranın Tanrı olduğunda ısrar edebilir ve o yaşam sınavını geçmiş olup ebediyyet için olgunlaşmıştır.