"Böylece, doktorlara ve tıp bilimine güvenimi kaybettim... Sağlam olan yanlarımı, bildiğim bir dille anlatıyorlar. Hastalığıma gelince, Latince' ye başvuruyorlar. Onlara güvenim kalmadı."
Her biri kendi kafasındaki dünyayı yaşadığı halde, hep birlikte oldukları için, aynı nedenlerle duygulandıklarını, aynı şeylere güldüklerini sanıyorlardı.
Kral St Louis'nin Haçlı seferleri esnasında Yves le Breton, sağ elinde alev alev yanan bir tabak ve sol elinde su dolu bir kaseyle sokaklarda dolaşan yaşlı bir kadınla karşılaştığını söylüyor. Bunlarla ne yaptığı sorulduğunda kadın alevle Cennet'i yakıp tüketeceğini ve suyla da Cehennem'deki alevleri söndüreceğini söylemiş:"Çünkü hiç kimsenin Cennet vaadiyle ya da Cehennem korkusuyla iyilik yapmasını istemiyorum, sadece Tanrı sevgisiyle iyilik yapılmasını istiyorum" Buna sadece şunu eklememiz lazım: peki neden Tanrı'yı da silip iyilik yapmak için iyilik yapmıyoruz?
1960'ların başlarında uydurulmuş bir fıkra, önceden varsayılmış inanç paradoksunu hoş bir şekilde ortaya koyar. İlk kozmonot Yuri Gagarin uzaya gittikten sonra, Komünist Parti'nin genel sekreteri Nikita Hruşçov onu makammda kabul etmiş ve Gagarin ona gizli gizli şöyle demiş: "Yoldaş, biliyor musun, gökyüzünde Tanrı ve
meleklerini gördüm. Hıristiyanlık haklıymış!" Hruşçov cevaben kulağına şöyle fısıldamış: "Biliyorum, biliyorum, ama ağzını açma, bunu kimseye söyleme!" Bir hafta sonra, Gagarin bu sefer Vatikan'ı ziyaret etmiş ve Papa onu makamında kabul etmiş. Sır verir gibi şunu demiş Papa'ya: "Biliyor musunuz, gökyüzüne çıktım ve ne Tanrı'ya ne de meleklere şahit oldum... " "Biliyorum, biliyorum," diye araya girmiş Papa, "ama ağzını açma, bunu kimseye söyleme!"
Onun ilk filmi olan Eraserhead’in yayınlanmasından sonra, filmin travmatik etkisiyle ilgili tuhaf bir söylenti dolanmaya başlamıştı:
"O dönemde, filmin ses kaydındaki aşırı düşük frekanstan bir vızıltının seyircinin bilinç altı zihnini etkilediği söylentileri yayılmaya başladı. Herkes duyulmuyor olsa bile, bu sesin bir huzursuzluk, hatta bulantı hissi yarattığını söylüyordu. Bütün bunlar on yıl önceydi ve filmin adı da Eraserhead’di. Şimdi dönüp geriye baktığımızda, David Lynch'in ilk uzun metraj filminin insanları açıklamalar uydurmaya yönelten çok yoğun bir sessel ve görsel deneyim olduğunu söyleyebiliriz... bu uydurmalar duyulmayan sesler duyma noktasına dek varmıştı.”
Kimsenin algılayamadığı, ama yine de bize hakim olan ve maddi etkilere (huzursuzluk ve bulantı hisleri) yol açan bu sesin konumu, gerçek olanaksızdır: o, temel fantezinin Öteki Sahasında dile getirildiği için öznenin duyamadığı sestir - ve Lynch'in bütün yapıtı da izleyiciyi "duyulmayan sesler duyma noktasına" getirmeye ve böylece temel fantezinin komik dehşetiyle yüzleşmeye yönelik bir çaba değil mi zaten?