Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Nazife Aşçıoğlu

Gerçekliğin eğilip bükülebildiğini, yönlendirilebildiğini, her duruma ve her durumda uydurulabildiğini bir yaratım ve yıkım alanı olduğunu fark ettiğimde çok küçüktüm. Herkes kendi gerçekliğinde yaşıyor, kendi gerçekliğinin etrafına bir savunma duvarı inşa ediyor, sonra da o kuruluma dışardan gelecek her türlü saldırıya karşı hazırda tuttukları kızgın yağları, hücuma geçenin tepesinden aşağıya boca ediyordu surlarının üzerinden. Diğer taraftan, ötekinin gerçekliği saldırılabilir, bozulabilir bir şeydi demek ki. Hakikat tekti ama gerçekliklerimizin zemini kaygan, içerikleri dönüştürülebilirdi. Çünkü neye inanmak istediğimizi erken yaşlardan beri çok iyi bilsek de aslında neye inandığımızı bulmakta marifet geliştirmek bütün bir hayatı alabiliyor. Mayalandığımız başka gerçekliklerin yolundan gitmek daha kolay gelir de içimizde köpüren denizin bize atacağı kıyılarda kendi patikalarımızı keşfedip balta girmemiş bir ormanın sesiyle buluşmaktan korkarız.
Sayfa 159Kitabı okudu
Reklam
Her şey fırsatını kovaladığın yere kadardır; sen işin ilerisini görmelisin. Talihin yaver olduğu yere kadar… Sonra sahip olman gereken iradeyi yaratmalısın.. Tanrılar dahil bütün başarılar irade ve gayrete dayanır…
-Biliyor musun Eleni, acıların en büyüğünün ne olduğunu şimdi öğrendim. İnsanın içine sindiremeyeceği en acı şey, doğup büyüdüğü toprakları terk etmesiymiş…

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Eric Fromm’un dediği gibi, modern insan, cenneti her şeyin bulunduğu, her türlü kredi kartının geçtiği, hatta sadece her istediğini değil, komşusundan daha fazlasını alabileceği devasa bir alışveriş merkezi olarak hayal etmektedir artık. Kendi değerini sahip olduğu şeylerle ölçmektedir. Onun için kendisinin ne olduğu değil, neye sahip olduğu önemli artık.
Ve yeni bir yerde iken orada bir sürü yeni insan oluyor ve bu daha da zor çünkü insanlar inekler, çiçekler ya da çimenler gibi değil ve seninle konuşup beklemediğin şeyler yapabiliyorlar bu yüzden orada olan her şeyin farkında olman gerekiyor ve ayrıca olabilecek olan şeylerin de farkında olman gerekiyor. Ve bazen yeni bir yerdeysem ve orada bir sürü insan varsa arızalanan bir bilgisayara yapıldığı gibi CTRL+ALT+DEL ‘e basıp programları kapatıp bilgisayarı da kapatmak gibi ellerimle kulaklarımı kapatıp dinlemem gerekiyor. Böylece ne yaptığımı ve ne yapmam gerektiğini hatırlayabiliyorum. Ve bu yüzden satrançta, matematikte ve mantıkta iyiyim, çünkü çoğu insan kör gibidir ve çoğu şeyi görmezler ve kafalarında bir sürü boş alan vardır ve kafaları genellikle “Acaba evde ocağı açık mı bıraktım?” gibi birbiriyle bağlantısız ve saçma şeylerle doludur.
Sayfa 189Kitabı okudu
Reklam
Trende üç tane adam var. Bir tanesi ekonomist ve bir tanesi mantık ve bir tanesi de matematikçi. Ve İskoçya sınırından yenı geçmişler (neden İskoçya’ya gittiklerini bilmiyorum) ve trenin camından tarlada duran kahverengi bir inek görmüşler (ve inek trene paralel duruyormuş). Ondan sonra ekonomist, “Bakın, lskoçya'da inekler kahverengi" demiş. Mantıkçı, "Hayır. lskoçya'da en az biri kahverengi olan inekler var.”demiş. Ondan sonra matematikçi, "Hayır. lskoçya'da bir tarafının kahverengi olduğu görünen en az bir tane inek var." demiş. Ve bu komik çünkü ekonomistler gerçek bilimadamları degildir ve mantıkçılar daha net düşünür ama matematikçiler en iyileridir.
Sayfa 189Kitabı okudu
Varoluşu tam anlamıyla gerekli olmayan şeylerin varlığından şüphe etmek gerekir.
Sayfa 124Kitabı okudu
Altı yıl Karadeniz’de görev yaptım, köy köy gezdim. Köylerdeki insanların %90’ı senenin on iki ayını karalahana, mısır ekmeği yiyerek geçirir. Çocuklar yeterince gelişmiyor, erkekler senenin on ayı gurbete çalışmak için giderler. Tarlalar kadınlar tarafından sürülür. Bu bölgedeki en fakir aile; Karadeniz bölgesinin orta halli ailesinden ekonomik olarak daha iyi durumda. Şayet geri kalmışlık bahane edilecekse, bütün bölgelerin ayağa kalkması gerek.
Sayfa 144Kitabı okudu
O, eğitimin çağlar atlatan gücünü çok iyi keşfetmişti. Dünyada insan vasfını kazanmanın tek yolunun bilim olduğunu çok iyi biliyordu. Erdemli bütün davranışların doğumhanesinin eğitim olduğunu biliyordu. Bilgeliğin yolunun eğitimle başlayıp eğitimle sürdüğünü de!
Sayfa 202Kitabı okudu
Derisinden başlayan tutsaklık acısı, gerçek anlamını ta kafasının içinde buluyordu. Her şeye dayanmaktan başka çıkar yol yoktu. Çağ belliydi, kendisi gibi düşünenleri, batı sınırının ötesinde rahatça kurşuna dizebiliyorlardı….. Sınırların ötesinde kalan uygar bir dünya, şimdi, aydınların boğazlandığı bir tutsaklar ülkesiydi. Bu topraklar üstünde kelepçe vardı, pranga vardı, türlü işkenceler de vardı, ama henüz ölüm kampları, fırınlar, kurşuna dizilmeler yoktu.
Reklam
Alfabenin irili ufaklı tüm harfleriyle yazılan yazılar, hep “Allah kurtarsın” anlamına gelen türlü tümcelerdi. Allah’tı onları buraya sokan da, çıkaracak olan da… Girenlerden hiçbiri kendi isteğiyle gelmediğine göre kendilerinde en küçük bir suç bile aramamalıydılar. Boşunaydı sorgular, dayaklar, tutuklamalar, yargılayıp cezalandırmalar.
Kuşağımızın karşısında Süleyman Demirel’in Adalet Partisi (AP) vardı. Meclis çoğunluğuna sahip AP, gençliğin, 68 kuşağı olacak biz gençliğin düşmanıydı. Amerikancı politikalarla dış borç tuzağını derinleştiriyor, işbirlikçiliğiyle ülkeyi yabancı sermayeye peşkeş çekiyordu. Özgürlük düşmanı karakteriyle bir yandan Kuran kurslarıyla, İmam Hatip Okullarıyla ve tarikat kamplarıyla dinci; bir yandan da ‘’Bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz’’ diyerek komando kamplarıyla ırkçı bağnazlıkları okşayıp besliyordu. Vahşi ve çarpık kapitalizmin ve feodal toprak ağalarının güçlenmesi doğrultusunda adımlar atıyordu.
Düzenin düşmanlığı Köy Enstitüleri ile başlayıp öğretmen okullarıyla, eğitim enstitüleriyle, yüksek öğretmen okullarıyla tüm öğretmen yetiştiren kurumlaraydı. Bu gerçeğin gözlerden ırak tutulmaması gerekir. Bugün vardığımız nokta adım adım bu kurumların elimizden alınmasıdır. Öğretmen okullarının önce öğretmen liselerine dönüştürülmesi, sonra da hepten ortadan kaldırılması, eğitim enstitülerinin önce dört yıla çıkarılıp akademiye dönüştürülmek istenmesi, sonra YÖK’ün bir parçası olarak ortadan kaldırılması sinsi bir planın yaşam geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bugün eğitimimizin tıpkı Köy Enstitüleri gibi öğretmen okullarına, yüksek öğretmen okulları gibi kurumlara da gereksinmesi var.
Denizde fırtına koptuğunda karaya her şey vurabilir.
Yaşam ve varoluş, birbirinden kesinlikle ayrılan iki olgudur. İnsan kendi deliliği üzerinde ısrar etmelidir. Çünkü yaşam, ancak henüz erişilmemiş, henüz denenmemişse varabilmek için sınırların zorlanmasıyla sanata varma çabasında “varoluş”a dönüşür. (Werner Herzog)
En büyük dileğim, insanın sorumluluk taşıması ve akıntıya karşı yüzmeyi de bilmesi. Demokratik rejimlerde bu daha kolay. Ama görüldüğü kadar da kolay değil. En çok ve özellikle de dikta rejimlerde gerçekleştirilmesi gereken insanlık görevi. İnsanlara üç çağrım var. Her bireyi insanlığa ihanet etmemeye çağırıyorum. Bugünün insanının üç uzvuna gereksinimi var: 1) Akıl için kafaya 2) Duygu için yüreğe 3) Omurgaya: Bu da kimse önünde sürünmemek için. (Hilda Domin’e sorulan “Politik güncellik şiirinizde rol oynadı mı?” sorusu üzerine cevabı.)
Reklam
O dönemin toplumsal kurtuluşu arayan gençleri daha sonraki yıllarda 12 Mart 1971’i hukukçu, hekim, mühendis, öğretmen, işçi örgütlerinde, “Milliyetçi Cephe” hükümetlerinin ırkçı ve dinci bağnazlıklarına, saldırılarına göğüs gererek onurla yaşadılar. Onların çocuklarıydı 12 Eylülde çocukluklarını yaşayamayanlar. Onların çocuklarıydı annelerinin, babalarının o dönemlerde neler yaşadıklarını merak edenler, arayışı sürdürenler. Yani Türkiyemizin aydınlık geleceğiydi. Yani damar damara bağlanmışlardı: Jön Türklerden Kuvayi Milliye’ye, Köy Enstitülerinden 68 kuşağına…
Zackarina, vücudundaki morlukları sayıyordu…. Niçin bunlara mor leke deniliyor ki, diye düşündü. Gökkuşağı lekesi denilmeliydi. Ya da bisiklet lekesi çünkü bu lekelerin çoğu bisiklete binerken olmuştu…. Kumkurdu başını salladı. “Şimdi anlıyorum,” dedi. “Mor leke, tehlikeli bir şey yaptıktan sonra alınan bir çeşit madalya, öyle değil mi?” Madalya? Zackarina şöyle bir gerindi. “Evet, öyle,” dedi. “Bir çeşit kahramanlık madalyası.”
İnsan dendi mi ne erkektir o, ne kadın. Birleşince yarımşardan bir olurlar, insan olurlar. Bütün çaba insan olmak.
Günsel birden baktı Kenan’a. Sanki sinirlenmişti: — Devrimi edebiyatın sınırları içinde düşünüyorsunuz da ondan, dedi. Fransız devrimini yapanlar, 17 devrimini, Çin devrimini yapanlar da bu Balzac okumayanlar!.. Ola ki hiç okumayanlar.
… Sonra bana döndü: “Too many cats in Turkey… Not killed, nor fed,” dedi. “Türkiye’de çok kedi var, ne kimse öldürüyor, ne kimse yemek veriyor!” Hepsi gülüştüler. Baba ağır ekledi: — Bizde sürgün de öyledir, dedi, ne öldürürler, ne yemek verirler. …
“Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin, arasına bir şey koymadın mı kendi kendini öğütür.”
Reklam
Duvarında ressamı, dilinde şiiri, kitaplığında romancısı, üniversitelerinde bilim adamı bulunmayan bir görgüsüz sınıf… Hilton’da düğün yapıp, göbekçinin külotuna banknot sokuşturmaktan başka zevki olmayan, kasaba hovardalığıyla play-boy mukallitliğinde ömür tüketen; çarpık, zevksiz, renksiz, utanç verici bir sınıf Türkiye’nin yazgısına egemen bugün… (İlhan Selçuk, ‘’Görgüsüz Sınıf’’, Cumhuriyet, 1 Mart 1975)
Sayfa 367Kitabı okudu
Karl Kautsky’ye göre, Thomas More, bilim ve sanatı seçkin bir zümrenin tekelinden kurtarıp, tüm halkın ortak malı yapmakla, çağımız sosyalizminin en önemli amaçlarından birini gerçekleştirmiştir. Çünkü sosyalizm yoksul emekçi kitlelerin işsiz kalmaması, iyi koşullar altında çalışması, doya doya yemesi içmesi, rahat bir evde oturması, hastayken bakılması, geleceğe güven duyması değildir sadece. Ömürleri boyunca bir zindana kapatılırcasına kültür yoksulluğuna mahkûm olanlara; bilimin, sanatın, edebiyatın, müziğin kapılarının açılması da sosyalizmin başlıca amaçlarından biridir.
İnsan, ölümü bile göze alarak, her çeşit zorbalığa karşı vicdanının özgürlüğünü korumak zorundadır.