insanın hiç tanımadığı biriyle konuşması bir yerde kolay. Uygarlık dediğimiz şey de bunun için binlerce yol geliştirmiş. Ama bir zamanlar tanımış olduğunuz, ruhunuzu ara yollarına kadar bilen, üstelik bugün hâlâ aynı kişi olduğundan bile emin olamadığınız bir yabancıya, ilk yirmi dakikadan sonra neler söylemek gerektiğini anlatan bir görgü kuralı yok henüz.
Bazı mektupların yazılmasını geciktiren bir kısırdöngü var. Önce gücü yetmediği, ne söyleyeceğini bilemediği için yazamıyor insan. Sonra bu tereddütler yüzünden mektubun yazılması gereken zaman geçiyor. Tren kaçıyor yani. Bu sefer de gecikmiş olmanın suçluluk duygusu engelliyor seni. Mektup asla yazılamıyor.
Hangi özlem ayakta tutar bizi,
Büyüyen kentlerin sarhoş kalabalığında?
Birileri durmadan bir şeyler koparır bizden,
Birileri durmadan bölüp parçalar bizi.
Sanki ortada asılacak biri var gibiydi. Gerçekten asılırsa
ölürdü ve her şey biterdi. Ancak kişi asılma hazırlıklarına tanıklık etmek zorunda bırakılırsa ve ilmik gözünün
önünde sallanırken bağışlandığını öğrenirse, yaşamı boyunca bunun acısını çekebilir.
Böylece dünya benim için üç parçaya bölünmüştü: Bunlardan biri
benim köle olarak, yalnızca benim için uydurulmuş ve
hiçbir zaman -üstelik nedenini asla bilemeden- bütünüyle yerine getiremediğim kurallar altında yaşadığun
dünyaydı; sonra benden sonsuz uzakta olan, içinde senin yaşadığın, idareyle, komutların dağtılmasıyla ve bunların yerine getirilmemelerine kızınakla uğraştığın ikinci
bir dünya vardı; son olarak da diğer insanların mutlu,
buyruklardan ve boyun eğmekten bağımsız olarak yaşadıkları üçüncü bir dünya.