Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
İlim ile Bilim arasındaki fark nedir? Atatürk'ün İlminin Manası Nedir?
Mustafa Kemal Atatürk'ün sahip olduğu ilmin ne anlama geldiğini Atatürk'ü dine yamama çabalarını boşa çıkarmak için açıklamak zorundayım. Mustafa Kemal Atatürk'ün sözlerini bilmek, öğretmek, öğrenmek aşamasını geçtik. Şimdi o sözlerin manasını öğrenerek yarım kalan devrimi tamamlama aşamasına geçiyoruz. İlim sahibi olmak
Ama bağnazlar farklıydı. Bunlar her yeniliği dine aykırı bulan dar ufuklu, aşırı, koyu dincilerdi. Toplumun taş kesilmiş bir halde, hiç kımıldamadan, değişmeden sürüp gitmesini istiyorlardı. Kendi hayatlarında bağnazlık yapmaları sorun değildi. Ne var ki bunların büyük kısmı herkesin kendileri gibi düşünmesini, yaşamasını, giyinmesini istiyordu.Devleti kurtarmak için yeni bir şey yapmak isteyen padişahları deviren, her iyileştirme çabasına karşı duran, itiraz eden, isyan eden, matbaayı 250 yıl ülkeye sokmayanlar, Osmanlı Devleti'nin yaşama gücünü kemirip bitirenler bunların atalarıydı. Devlet için de, millet için de, kendileri için de büyük bir talihsizlik olan bu anlayışı ancak ciddi, bilinçli, düzeyli bir eğitim, doğru bir din bilgisi giderebilirdi.
Sayfa 242Kitabı okudu
Reklam
"Sünni İslam anlayışı" aslında yanlış bir ifadedir. Çünkü Arapça "sunne" gelenek demektir. Biz Peygamberin geleneğini takip ettik. Sünnilik ve Şiilik gibi bir kristalleşmenin varlığın Bırakın Asr-ı Saadeti, sahabe döneminde bile görmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu, zaman içinde oluşan ve hakikaten devlet geleneğinin, İslam İmparatorluğunun var olduğu bir dönemde ortaya çıkan bir hadisedir. Fatımiler ve Ağlebiler gibi, kendisini Şii olarak tanımlayan devletler vardır. Çok ilginçtir, bugünkü İslam Dünyası'nda Sünni görüşün ilmi eğitim merkezi sayılan El-Ezher, aslında Fatimiler tarafından, Şii propagandası yapılması amacıyla kurulmuş bir müessesedir. Nizamülmülk'ün, yani Selçukluların Nizamiye Medreseleri de buna karşı olarak kurulmuştur.
Batının ekonomi anlayışı, merkantilist devleti, Osmanlı Devleti’nden şu noktada ayrılır: Batı devleti servet-devlet gücü denkleminde endüstriye, mal yapımına ve ticarete birinci derecede ağırlık vermiştir(Colbert). Dolayısıyla batı toplumunda merkantilizm ve burjuvazi egemen bir durumdadır.
Sayfa 135Kitabı okudu
Bazı açılardan, Atatürk devrimi ile Osmanlı modernleşmesi arasında doğrudan tarihsel süreklilik vardı ve ikisi de belli ortak özellikleri paylaşıyordu. Olağandışı krizler zamanında, Türk milletinin yegâne mevcudiyeti tehlikeye düştüğünde, Türkiye'nin bekası için tek radikal çözüm olarak milliyetçi-demokratik bir devlet anlayışı ortaya çıktı. Devletin sürekliliğini temsil eden geniş askeri - sivil bürokratlar sınıfı, sadece devrimsel hareketin liderliğine sahip çıkmakla kalmadı, aynı zamanda amaçlarını belirledi, seyrini planladı ve yürütmesini üstlendi. I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı toplumunda kendini gösteren bu ıslahat projeleri, modernleşme temayüllerinin radikal bir ifadesi olarak görülebilir..
Sayfa 94 - Kronik KitapKitabı okudu
Osmanlı Devleti, sorunlu İslam anlayışı sorunlu devlet zihniyetinin tepesinde iken yıkılmıştır. Bu sayede İslam zan altında kalmaktan kurtulmuştur çünkü bozukluklar laik sisteme atfedilir olmuştur. Öyleyse ahlaki/vicdani/insani öncelikten yoksun olan skolastik fıkhın Türkiye'nin veya dünyanın başına geçmesi muradımız olamaz. Böylesi bir çizgide İslam bayraktarlığı yapanlar öz hanelerindeki bin türlü teseyyüp sebebiyle İslam antipatisi oluşturmaya, zararlar vermeye hal-i hazırda devam etmektedirler.”
Sayfa 107Kitabı okudu
Reklam
İngiliz tarihçi Arnold Toynbee'nin de böyle bir değerlendir­mesi var. "Osmanlı imparatorluk düzeni kendisinden önce ve son­raki imparatorlukların belirgin niteliklerini taşımayan bir yönetim ve devlet anlayışı getirir çağına.Buna bir pre-sosyalist yapılanma da denebilir. Dile, dine, ulus farklılıklarına karışmaz. Düzeni sağla­yacak ilkeleri elbette vardır. En önemli ayrıcalığı ise, sınıfsız oluşu­dur. Yetenekli olanların devlette yükseleceği noktalar daha önce ön koşullarla engellenmez. Bunu da devşirme yöntemiyle sağlar. Bu anlayış tarihte benzeri olmayan, günümüz toplumlarında neredeyse 'fırsat eşitliği' diye değerlendirilen sosyal yaklaşımcılığın ilk ör­neklerden birini oluşturmaktadır."
Osmanlı tarihinin en dikkat çekici özelliği, adını kurucusundan alan tek bir hanedanın, İslâm dünyasında benzeri bulunmayacak şekilde uzun süre hükümran olmasıdır. Bu tek hanedan yani "Al-i Osman", altı asır boyunca genel kabul gören bir soy olarak tahtta birbirini takip eden 36 ferdiyle üç kıtaya yayılan imparatorluğu bir arada tutan yegâne unsur hâline gelmiştir. Bazı tarihçiler bunun altında yatan en önemli etkenin "tebaanın hanedana olan kat'i bağlılığı" olduğunu belirtirler. Onlara göre tebaa, idareci, asker ve ilmiye sınıfı hep birlikte mevcut padişahı tahttan indirebilir, hatta idam bile edebilir; hanedanın başka bir üyesini tahta çıkarabilir, yahut hanedana mensup olduğunu ileri süren taht iddiacılarını bile zaman zaman destekleyebilir. Ancak Al-i Osman'ın mutlak hâkimiyet ve iktidarını hiçbir zaman tartışıp sorgulamazlar. İmparatorluk tarihi bile hanedan tarihiyle eş anlamlı olarak algılanır. Bu büyük bağlılık ise iki ana kaynaktan beslenir: Biri Orta Asya Türk-Moğol geleneklerine dayanan egemenliğin ilahi güçlerce seçilmiş bir aileye verilme anlayışı, diğeri ise İslâmi siyaset telakkisidir. Bu iki yönlü ilahî teyid çerçevesinde hanedan da kendisini çeşitli ritüellerle tebaasına gösterir ve meşruiyetini ortaya koyacak araçları öne sürer. Osmanlı ailesi mutlak iktidarı paylaşır, iktidarın dağılıp tükenmemesi için hanedan üyelerini sürekli kontrol altında tutar. Bu da devamlılığı sağlayan en önemli faktördür.
İslâm hukuk tarihinde örfün ehemmiyet kazanarak yeni bir devir açması Müslüman - Türk devletlerinin kuruluşu ile aynı zamana rastlar. Barthold, Becker, Gibb, Köprülü gibi âlimler, Müslüman-Türk devletlerinin kurulmasıyla, İslâm devlet anlayışı ve devlet hukuku sahasında esaslı bir değişiklik meydana geldiğini kabul ederler. İslâm devletinin dini-siyasi ümmet anlayışı karşısında, Türk-Müslüman ve sonra Mogol devletlerinde, devlet, siyasi ve icrai bir temel olarak mutlak ve üstün bir nitelik kazandı, yalnız devletin menfaat ve ihtiyaçlarını göz önünde tutan bir örfi hukuk üstün geldi. Bu gelişme, klasik hilafet kavramını yeni bir şekle soktu. Râhatu's- Sudur'daki (yazılışı 1203) meşhur parça yeni durumu veciz bir şekilde ifade etmektedir: ''İmamın vazifesi hutbe ve dua ile meşgul olmak. Padişahlığı (hakimiyeti) sultanlara havale etmek ve dünyevi saltanatı onların eline bırakmaktır.''
Osmanlı tebaasının genlerinde bulunan 'kendi ihtiyacını kendin gör!' anlayışı, cumhuriyet ve demokrasiyle birlikte yerini devletten hizmet talep etmeye bırakacağına, ileriki yıllarda halk tarafından daha da benimsenecek; devletten hizmet istemeye korkan, ezkaza görecek olursa minnettarlığından ne yapacağını şaşıran Anadolu halkı, yüz yıl sonra 'kendi okulunu kendin yap' kampanyasına şaşılası bir coşkuyla destek verecek, bir Allahın kulu da 'Okulumuzu da kendimiz yapacaksak devlet niye vergi alıyor?' diye sormayacaktı.
Sayfa 455Kitabı okudu
Reklam
Başında Osmanoğulları bulunan devlete bizim kendi verdiğimiz ismin Osmanlı değil "Devleti Aliye" olduğunu da eklemeliyiz. Bunda ne coğrafi ne de hanedan ismi bahis konusu olmayıp, Ulu, Yüce Devlet deyimiyle en üstte en kutsal olan anlatılmak istenmiştir. Devleti ebed müddet anlayışı da adeta kıyamete kadar sürecek bir yaşama işaret etmekıedir. Açıkça Islama uygun bir adlandırmadır. Tabii hunun Avrupalılarca aynen çevrilerek kullanılması bahis konusu olamazdı. Hiçbir devlet kendisinden daha yüce ve ulu bir varlığı, silah gücüyle alt olmadan kabul edemez. Bunun için Hırisıiyan Avrupa, Türklerin yaşadığı, Türkçenin egemen olduğu yer olarak "Türkiye" deyimini daha Anadolu Selçuklularıyla ilk temaslarından itibaren kullanmış, devleti de "Türk İmparatorluğu" saymışdır. Nasıl İslamı, Hristiyanlığın çarpık bir mezhebi sayıyorlarsa, bu dinin başına yeni geçenlere uygun olarak Balkanlar ve Avrupa'da Müslüman olmanın karşılığı olarak da "Turçenje ya da Se faire Turc - Türk olmak, Türkleşmek" deyimini kullanmışlardır.
Başında Osmanoğullan bulunan devlete bizim kendi verliğimiz ismin Osmanlı değil "Devleti Aliye" olduğunu da eklemeliyiz. Bunda ne coğrafi ne de hanedan ismi bahis konusu olmayıp, Ulu, Yüce Devlet deyimiyle en üstte en kutsal olan anlatılmak istenmiştir. Devleti ebed-müddet anlayışı da adeta kıyamete kadar sürecek bir yaşama işaret etmektedir. Açıkça İslama uygun bir adlandırmadır. Tabii bunun Avrupalılarca aynen çevrilerek kullanılması bahis konusu olamazdı. Hiçbir devlet kendisinden daha yüce ve ulu bir varlığı, silah gücüyle alt olmadan kabul edemez. Bunun için Hristiyan Avrupa, Türklerin yaşadığı, Türkçenin egemen olduğu yer olarak "Türkiye" deyimini daha Anadolu Selçuklularıyla ilk temaslarından itibaren kullanmış, devleti de "Türk imparatorluğu" saymıştır. Nasıl İslamı, Hristiyanlığın çarpık bir mezhebi sayıyorlarsa, bu dinin başına yeni geçenlere uygun olarak Balkanlar ve Avrupa'da Müslüman olmanın karşılığı olarak da "Turçenje ya da Se faire Turc - Türk olmak, Türkleşmek" deyimini kullanmışlardır.
Sayfa 18 - Boyut YayınlarıKitabı okudu
Osmanlı tebaasının genlerinde bulunan Kendi ihtiyacını kendin gör! anlayışı, cumhuriyet ve demokrasiyle birlikte yerini devletten hizmet talep etmeye bırakacağına, ileriki yıllarda halk tarafından daha da benimsenecek; devletten hizmet istemeye korkan, ezkaza görecek olursa minnettarlığından ne yapacağını şaşıran Anadolu halkı, yüz yıl sonra Kendi okulunu kendin yap, kampanyasına şaşılası bir coşkuyla destek verecek, bir Allahın kulu çıkıp Okulumuzu da kendimiz yapacaksak devlet niye vergi alıyor? diye sormayacaktı.
Sayfa 455 - Can YayınlarıKitabı okudu
Osmanlı Devleti'nin yıkılışı ile birlikte Kürtler, kendilerini sınırlarını sömürgeci Batının çizdiği, dört farklı ülkenin topraklarında bulmuşlardır. Bunlar İran, Suriye, Irak ve Türkiye'dir. Böylece bu devletlerin uyguladıkları millileştirme politikaları "Kürt meselesini" hem iç soruna hem de bu dört devlet arasında devletlerarası bir dış soruna dönüştürmüştür. Aslında sorunun kaynağı tam da burada yatmaktadır. Temeli sarsılmaz İslam akidesinden, onun hükümlerinden, ümmet bilincinden ve İslam'ın dili olan Arapçadan uzaklaşıp, etnik ya da mezhepsel olarak Laik-demokratik seküler anlayışı bu ümmete tatbik etmek, binlerce sorunun yanında "Kürt sorununu" da ortaya çıkarmıştır. Dolayısı ile bu topraklardaki asıl sorun Kürtler değildir. Sorunun bizatihi kendisi bu topraklarda Hilafetten sonra kurulmuş Krallıklar ve Laik seküler Cumhuriyet sistemleridir.
Sayfa 38 - Köklü değişimKitabı okudu
281 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.