Yasa bir yalandır ve insanlar yasa aracılığıyla en utanmazca yalanları söylemektedir. Mesela gözden düşmüş, terk edilmiş, dostları ve akrabaları tarafından yüzüne tükürülmüş bir kadın, kendine ve bebeğine afyon tentürü verir. Bebek ölür, kadınsa birkaç hafta hastanede kaldıktan sonra iyileşir. Cinayetle suçlanır, yargılanır ve on yıl ağır hapse mahkum olur. İyileştiği için, yasa onu eylemlerinden sorumlu tutmuştur, ölmüş olsaydı aynı yasa, onun geçici bir delilik içinde olduğuna hükmedecekti.
“Musa [şeriatında] adaleti getirmiştir. İsa onun tamamlayıcı fazileti getirmiş, Hz. Peygamber ise şeriatında adalet ve fazileti birleştirmiştir.”
(İbn Teymiyye)
İşgalin öncesinde ve bütün çatışmalar boyunca, özgürlükten ve demokrasiden çok söz edildiği doğru. Bu tür sözlere en eski çağlardan beri, dünyanın her yerinde rastlanmıştır; askeri bir operasyonun amaçları ne olursa olsun, onun adalet adına, uygarlık adına, Tanrı ve peygamberleri adına, ezilenler adına ve elbette, meşru müdafaa ve barış aşkı adına yürütüldüğünü söylemek yeğlenir. Asıl gerekçelerinin intikam, açgözlülük, fanatizm, hoşgörüsüzlük, egemen olma isteği ya da muhaliflerini susturma
arzusu olduğunu söylemek hiçbir liderin işine gelmez.
Benimleyken çok mutsuzdur, benimle ilgili daima itiraz edeceği bir şeyler bulunur, tarafımdan sürekli haksızlığa uğradığını düşünür, her adımım onu kızdırmaya yeterlidir; eğer hayatı, olabilecek en küçük parçalara bölmek ve her parçayı ayrı ayrı değerlendirmek mümkün olsaydı, hiç şüphesiz hayatımın her parçası onu sinir edebilirdi. Onu neden bu kadar kızdırdığımı her zaman merak etmişimdir; benimle ilgili her şey onun güzellik ve adalet duygusuyla, alışkanlıklarıyla, gelenekleriyle, umutlarıyla çelişiyor olabilirdi; böyle karşıt özelliklerin varlığı aşikardı, fakat bu, neden onun böylesine acı çekmesine yol açıyordu ki? Aramızda, benim yüzümden acı çekmesine neden olabilecek herhangi bir ilişki yoktu. Keşke benim tamamen bir yabancı olduğuma hükmetseydi ki zaten her şeye rağmen öyleyim ve böyle bir karar karşısında yapabilecek hiçbir şeyim yok –keşke varlığımı unutsaydı, ki buna onu ne zorladım ne de zorlardım - böylece tüm acıları açıkça yok olurdu. Bu noktada, kendi durumumu daha doğrusu onun davranışlarının beni rahatsız ettiği gerçeğini hiç hesaba katmıyorum, onun acısıyla karşılaştırıldığında bu rahatsızlığın devede kulak kaldığının farkında olduğum için buna aldırmıyorum. Bunun bir aşk acısı olmadığının da tamamen farkındayım; özellikle benimle ilgili karşı çıktığı her şey başarımı engelleyebilecek nitelikte olmadığına göre, bunun kişisel gelişimimle hiçbir ilgisi olamaz. Fakat benim başarım onun umurunda bile değil, onu ilgilendiren kesinlikle kendi çıkarları, yani, benim yüzümden çektiği işkencenin intikamını almak ve geleceğini tehdit eden ben kaynaklı bir işkenceyi önlemek.
"Hayatımızı kazanmak zorundayız ve bu da bizi çarkın bir dişlisi olmaya zorluyor. En acı olanı da içinde yaşadığımız topluma zarar vermeye zorlandığımız ödünler. Kendimizi zayıf mı güçlü mü hissettiğimize bağlı olarak çok veya az ödün vermek zorunda kalıyoruz. İnsan yeterince ödün vermezse eziliyor; çok fazla verirse onurunu yitiriyor ve kendinden nefret ediyor.
Ben bu dünyada adalet olmadığına inanıyorum. En güçlü sistem, daha doğrusu ekonomik açıdan en gelişmiş sistem buna ayak direyen sistem olacak. Bir insan kendini tüketircesine çalışabiliyor ama en sefil koşullarda yaşıyor. İğrenç bir olgu bu, ama sonu bu yüzden gelmeyecek. Sonu belki de insan bir tür makine olduğu için gelecek. Her makineyi onu zorlamadan normal haliyle çalıştırmak ekonomik açıdan avantajlıdır çünkü. (A.g.y. s.108)