Bir kitabı okumak insana ne kadar zor gelebilir ki?
Çok zor geldi!
Boğazımda düğümler yapa yapa okudum.
Savaş değildi yazılan şey, tam anlamıyla katliamdı.
Yugoslavya adıyla bir bütünken devletler, kirli emeller karıştı kardeşlik duygularına. Komşu olanlar düşman oldu, kardeş olanlarsa ayrı düştü. Devletler savaşıydı belki ama olan yine her zamanki gibi mazluma oldu.
Tarih içinde savaşın olmadığı bir dönemi görmedik ve sanırım göremeyeceğiz. İçinde değilken bile bizi bu kadar etkileyen olay, yaşayanları nelere sürükledi kim bilir.
Aklım almıyor... İnsan olan buna nasıl sebep olur, insan olan bunu nasıl yapar, insan olan buna nasıl göz yumar... Tecavüz edilen kadınlar, karnı yarılarak dışarı çıkarılan organlar, sıraya girip kurşuna dizilenler... Yazıyorum ki unutmayalım, yazıyorum ki unutturmayalım. Tarih gurur duyulacak savaş kahramanlıklarından ibaret değil, devlet olma hırsından doğan katliamların da sahnesi...
Kitabın bu gerçekleri sunması dışında hikaye kısmı Nimeta adındaki bir gazetecinin hayatını ele almasından oluşuyor. Parçalanan ailesine ulaşmak için yaşadığı zorlukları, daha dün komşum dediği kişilerin yüz çevirmesini hayret ve korkuyla tasvir ediyor. Tüm bu hesaplaşmalar ise acıdan başka bir şey getirmiyor.
Kim bilebilir di ki mavi bir kelebek bir dala konacak ve o dalın yeşerdiği toprak içinde neler barındıracak. Saklanan onca cenazeyi toprak kabul etmiş etmesine ama, o bile değişmiş içinde barındırdığı insanlardan ötürü... İnsanlığımdan utanıyorum! Mayasında iyilik, ruhunda ilahi bir değer taşıyan bu varlık alemi nasıl oluyor da böylesine vahşi olabiliyor?
Aklım almıyor... Utanıyorum!!!
Nüfusunun % 10’undan fazlasının bu savaşta hayatını kaybettiği Bosna-Hersek’te vahamet, sadece çok fazla kan dökülmesinden, yüz binlerce insanın yersiz yurtsuz kalmasından kaynaklanmıyor.
Bosna-Hersek’te belki bunlardan da kahredici olan, etnik veya millî esasa dayanmayan, çokuluslu, çokdinli, çokkültürlü bir toplum modeli seçeneğinin, henüz bir ihtimal, bir umut halinde iken boğulmuş olmasıdır. Bosna-Hersek, parçalanan “eski sosyalist” coğrafyalarda kotarılmaya çalışılan “yeni” devletlerin herhangi birisi olmaktan öte, çoğulcu (en azından millî ve dinî toplulukları içermesiyle, milliyet ve din unsurları itibarıyla çoğulcu) bir toplum tasarımının oluşturulması umudunu en fazla vaadeden ülke idi.
Bugün Abdurrahim Ali Ural'ı ve onun "Tek Kelimelik Sözlük"ve "Bisiklet Dersleri"kitabından daha çok beğenmiş olduğum,içe dokunan,buruk bir hüznü kucaklatan,yıkılmaya yüz tutmuş da mağrurca ayakta duran mektuplarından oluşan "Posta Kutusundaki Mızıka"kitabını analiz etmeye,tahlillendirmeye ve muhtevasına içkin,gözden
Müteşebbislerin daha rahat hareket ettiği bir coğrafyada yemek sektörü de bundan payını alır. 2.Dünya Savaşından galip çıkmış bir Amerika. Yeni dengelerin kurulmaya başlandığı ve ileri de soğuk savaş adını alacak bir düzen. Amerika yeni bir savaş çıkma olasılığına karşın hem kendini hem de müttefiklerini korumak için savaş sanayine ağırlık vermeye
” Alaca karanlığın fecr adımıyla dağlardan yollardan kardeşlerimin bir bir,
şakaklarına dayanmış metalin soğuk lemasını duyarlar yüreklerin de belli ki;
postaldan yaraları sırıtır, yırtık dizleri göğerir pantolonların parçalanan yerlerinden baldırlarından;
ekin tarlasın da boy atmış yabani gelincikler gibi…
al al mor mor eflatun eflatun ve siyah,
elleri başlarından kenetlenmiş ,
gözlerinde bir ihanete kurban gitmenin tarifsiz hıncını ,soluya soluya inerler
kardeşlerini dağlardan…
ve yine gözlerinize sevdalarınıza dar gelmeyecek bir dünyanın hudutlarını
çizen kıvılcımlarla indirirler kardeşlerini
kardeşlerim ki dağlarda hakça bir düzenin adımları,ayak sesleri
sinsice sümbüller gibi insanların haykırışı
anne karnın da vurulan yavruların direnci
kandırılan kızların kini
aldatılan insanlığın yüz akıydılar
Kör olsun dağların gözü
Size de veyl dağlar
yar bildik sizi dost bildik
sığındık karanlık yamaçlarınıza
sevdalandık doruklarınıza bizden bildik,
yusufu saklayan kuyu; yunusu gizleyen balık;
nuhu kurtaran gemi; musaya açılan deniz;
İsa”ya açılan gök; yakubu örten gece bildik kendimize...
Abdulbaki Kömür
Nobel edebiyat ödüllü Amerikan yazar William Faulkner kendine özgü diliyle yazdığı modern edebiyatın başyapıtlarından biri olan Ses ve Öfke kitabını; yoğun duyguları farklı kişilerin ağzından işeyerek, bilinç akışı tekniğiyle zihinsel atlamalarla karıştırıp, zaman akışını bir taraftan örerek aynı zamanda da ters yüz ederek kaleme almıştır. Romanda
Osmanlı'da Türklük ile ilgili sözler duyulmaya başlandığında
XX. yüzyılın başına gelinmiş ve parçalanan imparatorluk yok olmaya yüz tutmuştu. Avrupa'nın hasta adamı olarak bilinen devlet Fransa'ya Cezayir ve Tunus'u; İngiltere'ye Mısır ve Kıbrıs'ı; İtalya'ya Trablus ve Onikiada'yı kaptırmıştı. İmparatorluk sınırları Balkan Savaşları'yla bir ara İstanbul’un kapılarına kadar dayanmıştı... İşte bu utanç verici kayıpların yanı sıra aşağılayıcı ödünlere de katlanan Osmanlı yönetimine bir tepki olarak İstanbul ile Rumeli'de yeni ve gözü pek bir güç oluştu. Kendilerine Jön Türkler (Genç Türkler) adını veren (asker-sivil) bu grup, eski çokuluslu imparatorluk sistemini bir Türk imparatorluğuna dönüştürmek istiyordu. Jön Türkler, yönetimdeki Osmanlıların
Anadolu köylüsünü idraksiz, kaba ve cahil gördüğü, bu nedenle Türk geçmişleriyle bağlarını çoktan koparıp attığı inancındaydı.