Bana göre, kaderin belirsizliğinin yarattığı bitip tükenmez keşmekeşin içinde, insanlarla tanrıların birbirinden farkı yok. Kimselerin bilmediği, şu dördüncü kattaki evin derinliklerinde, bir düş alayı halinde geçiyorlar önümden, onlara inanmış olanlar için anlamları neyse, benim için de o. Zencilerin yaptığı buğulu, vahşi bakışlı fetişler, çalılarla kaplı savanalarda gezinen vahşilerin hayvan-tanrıları, Mısırlıların hiyeroglifleri, parlak Yunan tanrıları, sert Roma tanrıları, Güneş’in ve heyecanların efendisi Mithra, merhametin efendisi İsa, aynı Mesih’in farklı yüzleri, azizler, yani yeni şehirlerin yeni tanrıları - hatadan, yanılsamadan ibaret bu ölüm yürüyüşünde (ya bir hac yolculuğu bu ya da cenaze alayı) sırayla geçiyorlar. Hepsi yürüyor, arkalarından da boş-düşlerin en berbatlarının, yerde gölgelerini görüp ayağı yere sıkıca basan gerçeklikler sandığı o düşler, o boş gölgeler geliyor - adı Özgürlük, İnsanlık, Mutluluk, Parlak Gelecek ya da Toplumsal Bilim olan ruhsuz, şekilsiz, zavallı kavramlar; dilencilerin krallardan çaldığı bir pelerinin yeri süpüren eteklerinin umursamazca havalandırdığı yapraklar gibi, yalnızlık ve karanlıklar içinde sürünüyorlar.*
* Ya da: kralların sonsuz sürgününde, yenilginin malikânesini kuşatan bahçelere yerleşmiş dilencilerin giydiği kral kıyafetinin.