Her sayfa çevirişimde acaba bundan sonrakilerde yararlı bir şeyler bulur muyum ümidiyle epey bir zaman sabrettim, sonunda bıraktım. Bu kitabı okumak yerine aşağıdaki repliğin geçtiği sahne izlenirse hitabet sanatıyla ilgili daha çok şey öğrenilebilir.
"şimdi ben buraya neden çıktım, niçin çıktım? nasıl çıktım? bunu izaha gerek yok. gördünüz, yürüdüm çıktım! ama, çıkmamış da olabilirim. çıkmışsam çıkmışımdır, çıkmamışsam çıkmamışımdır. görünen köy... uzakta değildir. buraya çıktık da sonradan çıkmadık mı dedik? bunlar bi takım uydurma laflardır... sahi ya ben buraya neden çıktım? kim çıkardı lan beni buraya?!"
"Yağı gittikçe tükenen kandil gibi" sönmek bu olmalı. Yağım tükeniyor. Bir hanım, yüzümde, geçirdiğim kıtlığa göre üç ayrı çukur keşfetmişti. Çukurların sayısına bakarak, birinci derecede aç, ikinci derecede aç, son üçüncü kerte aç kaldığımı söylerdi. Beslendikçe çukurlar dolarmış. Gülmüştüm o zaman. Şimdi hazret bir ayna aldı. Başka yapacağım olmadıkça ona bakıyorum. Sahi, yüzümde çukurlar üçleşmiş. Biri yanağımda, ikincisi şakağımın altında kulağımın önünde. Üçüncüsünü merak ederdim. O da tam şakağımın üstünde kaşlarımın ardında imiş. Üçü de derinleşiyor. Gözlerim de, henüz canlı canlı bakıyor ve bir şeyler seziyor gibi, ama çukurları çukur. Hele sürekli yol mosmor etmişti.
Ölüm adım adım geliyorsa ne oluyor? Hiç. "Korku" sözcüğüne bıyık altından gülüyorum. Niçin korkulsun? Bunlar hep eğitim etkileri. Ben ölümden korkmuyorum. Yok öyle bir duygum. Kanserin ikide bir kalemime dolanması, hastalığı geriletecek yol arama itkisinden geliyor. Kendimi aldatacak değilim ya. Korku gereksiz bir süs.
-Adam sen de!.. Kim kime dum duma, dedi.
Sahi, herşey o hale geldi mi? Öyleyse anadolu ordusu, şu dağların öte kıyısında yeni bir meydan savaşına niçin hazırlanıyor? Askeri hayatında hiçbir bozgun görmemiş olan büyük Türk serdarının cephede işi ne?
Şimdi Asya'nın buz kesen bozkırlarında üşüyen öğretmenleri görünce; köylerinde, kentlerinde anne babaların yanında sımsıcak yuvalarında olması gereken insanları bu soğuk gurbetlere düşüren nedir diye düşünüyorum.
Ömürlerinin baharında on binlerce genci, sevgililerinin siyah gözlerine koşar gibi Asya'nın bozkırlarına, ya da Afrika'nın kızgın çöllerine koşturan sevda nedir?
Bir Leyla gibi sevdikleri köylerinden kasabalarından neden uzaktalar?
Bazıları niçin grubu olmayan gurbetlere gömülmeyi vasiyet etti?
Niçin, bazılarının mezarları mavi gökler ülkesi. Moğolistan bozkırlarında, bazılarının Afrika çöllerinde, Hint Okyanusu'nun kenarında?
Niçin, öğrencisini kurtarmak Ural'ın azgın sularına atlayan Yasin'imiz, şimdi az ilerimizde Tanrı Dağları'nın eteklerinden uçsuz bucaksız bozkırları seyrediyor?
Bir dilenciye para vermekten yüksünen nice iş adamlarımız neden kendilerini cömertlik okyanusuna salıverdiler de; dallarına bahar değen bir ağaç gibi, cömertlik suyu yürüverirdi damarlarına?
Sahi ne oldu, ne değişti bu insanların hayatında?
Sadece bir kere okuyarak Risale-i Nur'dan Sözler kitabını eleştirmek ne haddime ? Aşağıdaki konferansı okursanız şayet, Üstad ve Risale-i Nurlar hakkında genel bir bilgi edinmiş olacaksınız. Kendinize bir şans verin. Bu kitap okuduğunuz kitaplar gibi değildir. Okuyarak zaman kaybetmiş olduğunuz tüm kitaplara lanet okutur,