Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gözler yaşlı
Bir ülke düşünün, son derece modern. Çıkar uğruna insan­lığın yok olmadığı, herkesin gazete ve kitap okuduğu; paranın, geçim derdinin değil de zevkin, kültürün malzemesi olduğu; bü­yük opera binalarının, bale ve müzikal salonlarının bulunduğu ve bu salonların tıklım tıklım dolduğu, sokaklarının her köşe­sinde hayat fışkıran, herkesin birbirine saygılı olduğu, düzenli, adaletli bir ülke düşünün...
Gözler yaşlı...
“Sauron’ un krallığı son buldu! dedi Gandalf. “Yüzük Taşıyıcısı Görevini başarıyla tamamladı.”
Reklam
Mart 1, Rumi yılın başıydı ve her yıl o gün Büyük hanım takvimini çıkarmaya başlardı. On iki gün boyunca günün muhtelif saatlerinde denize bakan pencereye yanaşır, burnunu cama dayar, denizin haritasından göklerin resmini çıkarmaya alışkın yaşlı denizciler gibi ufku gözlerdi. Dağa bakan pencereye döner, bulutların halden hale, resimden resme girmesini uzun uzun izlerdi. Mart'ın 1'inden itibaren 12 gün sayarak havanın nasıl olduğunu, günün nasıl başlayıp hangi renge boyandığını sonra nasıl bittiğini titizlikle gözler, kaydederdi. Bu 12 günün her biri sırasıyla yılın 12 ayına denk gelirdi. Mart 1, Mart ayına denkti örneğin; Mart 2, Nisan'a; Mart 3, Mayıs'a; yılın son ayına kadar böyle giderdi. Kendi annesinden öğrendiği, onun da herhalde izi sürülemeyecek kadar eski bir anneler silsilesinden öğrendiği bu takvim Büyükhanım için o kadar önemliydi ki emsali hiçbir kadın okuma yazma bilmezken o, zekásına güvenmiş, uzun kış gecelerinde kocasından takvimini kayda geçirmesine yetecek kadar okuma yazma bile öğrenmişti.
Yollar o kadar kötüydü ki deve üstünde gitsek daha erken varırdık sanırım. Gittikçe uzaklaşıyor gibiydik. Kafasında meyve sepetli, altın dişli Hayriye’nin Afrika versiyonu rehber ablamız varmamıza az bir süre kaldığını müjdelerken ben Jen Teyze’yi dürtüp uyandırmaya çalışıyordum. Otobüs durduğunda, “Hadi uyan, vardık,” diyordum ama teyzem- de tık yoktu. Tüm meraklı gözler üstümüzdeydi. Kadın bir türlü uyanmıyordu. Daha sonra, arkalardan gelen İngiliz bir kadın, Jen Teyzemin nabzına bakıp, “Aman Tanrım bu kadın ölmüş!” diye çığlık attı. O sırada hemen önümüzde ve arkamızda oturan Çinliler bağırmaya başladılar. Büyük bir şok içerisindeydim. Yan tarafımızda oturan iki Malezyalıdan biri parmağıyla beni göstererek, “Bu adam bir şey verdi, kadın yedi ve son- ra da öldü,” diye bağırdı. O anda herkes dönüp bana baktı. Gariban dostu market zincirinden aldığım çikolatanın paketi de kadının avucunun içindeydi. Bu kadarı da fazlaydı. Hare- ket de edemiyordum. Pencere ile ölü kadın arasında sıkışıp kalmış bir güvercin gibiydim. Yaşlı kadıncağızın ölmesine mi üzüleyim, kadının yediği son şeyin 20 kuruşluk Cocostar olmasına mı yoksa beni katil diye suçlamalarına mı? O esnada polis ve ambulans arandı. Kadıncağızı ambulansa aldılar, otobüsten kimsenin inmesine izin vermeyerek hepimizi polis merkezine götürdüler.
Her şeyi anlatabilirim, bir hikâyede sözler vardır sadece, oysa bu yaşamın ta kendisiydi, acı çekmekti, açlıktan ölmekti. Ha bu arada, ekine el koyulduğunda yiyeceğin fonlardan verileceğini açıklamışlardı aktivistlere. Yalandı. Aç insanlara tek bir tahıl tanesi bile vermediler. Ekine kim el koydu? Çoğu bölge yürütme komitesinden, parti bölge
Elini tuttum; sıcacıktı, saçları dörtnala koşan asi bir atın yelesi gibi rüzgârda asil bir şekilde çılgınca savruluyordu, tel tel. Çınar ağaçlarının hışırdayan yaprakları, bir insanın besteleyemeyeceği türden harikulade bir eser gibi yankılanıyordu kulaklarımızda. Güneş onun gözlerinden aldığı ışığı yansıtıyordu sanki dünyaya, mevsim yazdı. Usta
Reklam
XIX. yy. ikinci yarısında çarlar ve hükümetleri, eritme/ asimilasyon politikasını geçmişteki bazı başarılarına dayanarak, "hedefe daha çabuk" ulaşmak yolunda inatla ve daha sıkı bir programla devam ettirme zaruretini duymuşlardır. Bunun sonucu olarak 1864 yılında faaliyete geçen "Rus Öğretmen Okulları" ve Kazan İlahiyat
Esaret altındaki mazlum kardeşlerimiz
XIX.yüzyılın ikinci yarısında gözler önüne serilen belgeleri ile sabit bir tablo: Sibirya'nın uçsuz bucaksız buzlu çöllerinde kökleri ile sökülen bir ağaç gibi terk edilmiş, ölüme mahkûm yüzbinlerce Türk... Sibirya'nın uçsuz bucaksız buzlu çöllerinde yaşlı gözleri ile anasını, babasını arayan, aç, susuz, yarı donmuş çocuklar; ailesini arayan bedbaht analar, babalar, gözlerinde vatan hasretinin sembolü olan donmuş gözyaşı damlacığı ile son nefesini veren ihtiyarlar; üst üste istif edilmiş donmuş cesetler; gözyaşları ile çözülen buzlar; sadece feryatların, iniltilerin, hıçkırıkların ebedi destanının yazıldığı o menhus diyarlar; Karadeniz'in azgın dalgaları arasında dağılan çürük teknelerde boğulan onbinlerce göçmen; namusları uğruna genç canlarına kıyan kızlar; kurşuna dizilen, zindanlarda çürüyen Türkler, ölüm, açlık, soğuk, sefalet, gerilik, gözyaşı, kan, ıztırap; şanlı bir ırkın evlatlarının yürekler acısı yaşantısı... Mahvedilmek, ortadan kaldırılmak istenen bir milletin ızdırabı.. Türk olmanın cezasını çeken YASLI, YARALI, ESİR TÜRKLER'in hazin hayat hikayesi. .. Bir "GÜNEŞ" bekleyen masum insanlar....
Joe İşte böyle! Emily işi benim için yapmıştı. Teşekkürler, Emily. Artık Bill'le satrancıma geri dönebilirdim. Cennette satranç oynamaya bayılıyordum. İkimiz de hep kazanıyorduk. Gerçi gözümü Danny'nin üzerinde tutmalıydım. Oldukça ilginç bir adamdı, neredeyse hayattayken Manila' dan San Francisco 'ya giderken bindiğim gemideki yolculara
112 öğeden 61 ile 70 arasındakiler gösteriliyor.