Erkekler ve kadınlar - hem hiç de
çaresiz ve yoksul olmayan, başarılı, sağlıklı, iyi giyimli, yürürken ışıltı
lar saçan insanlar - ta derinlerinde çalkantılar yaşarlar. Sonsuza dek
yitirmiş oldukları kişilere - ölmüş ya da yanlarında olmayan anne ve
babalara, eşlere, çocuklara, arkadaşlara - seslenirler: "Seni tekrar görmek istiyorum." "Sevgini istiyorum." "Benimle gurur duyduğunu bilmek istiyorum." "Seni sevdiğimi ve bunu sana hiç söylemediğim için ne kadar pişman olduğumu bilmeni istiyorum." "Dönmeni istiyorum
- öyle yalnızım ki." "Hiç yaşamadığım çocukluğumu istiyorum."
"Sağlıklı olmak, yeniden genç olmak istiyorum. Sevilmek, sayılmak istiyorum. Yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum."
Ne çok istek. Ne çok özlem. Ve ne çok acı, yüzeye ne kadar yakın,
yalnızca birkaç dakika derinde. Yazgı acısı. Varoluş acısı. Hep orada
olan, yaşam zarının hemen altında sürekli uğuldayan acı. Ulaşılması
böylesine kolay olan acı. Pek çok şey - basit bir grup alıştırması, birkaç dakikalık derin düşünce, bir sanat yapıtı, bir vaaz, kişisel bir kriz,
bir kayıp - bize en derindeki isteklerimizin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini anımsatır: genç kalmak, yaşlanmayı durdurmak, yitirdiğimiz insanların dönmesi, ebedi aşkı bulmak, himaye edilmek, anlam ve önem kazanmak, ölümsüzlüğe kavuşmak.
Ne zaman ki bu ulaşılmaz istekler tüm yaşamımıza egemen olur, o
zaman yardım almak için aileye, dostlara, dine - bazen de psikoterapistlere- yöneliriz.