Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Bir Irmak Kendini Asıyor
ne zaman aklımın kıyılarına uğrasan bir ırmak kendini boğazlıyor şavk'ında, bir uçurtmanın ipi çözülüyor içimde göğüne süzülmek üzere ne vakit zihnimin çeperlerine düşsen bir yürek kendinden çözülüyor itiraflarıyla, bir kuğu durgun bir gölde tevekkülle eğiliyor ceylanın gözlerine. ne zaman kuytumdaki sığınaklara girsen çekip kolundan atmak istiyorum uzaklığını, bir serçenin çığlığını öpmek ya da bu hayat denen atlıkarınca'dan inip kırların o senin yanağına sızmak istiyorum. ah ve ne vakit bir çocuk ağlasa bir yanım cam kırıklarıyla kesiliyor acısı milatsız künyesinden akıtılırken dilim ve sanki bir ırmak kendini asıyor yatağında. ...
Artık onu dinlemedim; kimi zaman gülümsedim, kimi zaman, elimi dudaklarıma götürüp, sus, dedim, çalıştım. Nihayeti bu adam, bir insandır! Yaşamakta.. Yaradan'ı var.. Yaradan'a olan saygımdan, açmayayım ağzımı... Böyle Yunusça, dervişlikler tasladığım oluyor bazen, oysa ne haddime! Kendi kendimi alaya alıp gülümsüyorum...
Reklam
Hayat bir düzense sen niçin amaçsız ve başıboş yürüdüğün zaman duyabiliyorsun onu yalnız?
Sorular; ona her zaman soru soruyorlardı. Sıra Roland'a gelecek gibi. Bulacaklar onu. Onları durduracak bir şey yapamaz mıydı acaba?
Sayfa 137Kitabı okudu
Ensestin Anlatıldığı Bir Hikâyeyi Yazmaya Nasıl Karar Verdiniz?
Yazarken de ilk olarak karar verdiğimiz şey filmde babanın kıza uyguladığı ensestin görülmemesiydi. Önce bunu bu şekilde anlatmanın yolunu aradık. Çünkü bunların gösterilmesinden hoşlanmıyorum. Bunu göstermek de başka bir taciz. Hatta o zaman film, festivalde gösterildikten sonra birkaç sinema yazarı "Film acaba yeterince cesur değil mi?" demişti. Düşünün, ensestin yaşandığı anı göstermediğimiz için cesur olmadığımızı düşünüyorlar. Ben de şunu söyledim; "Sinema bu. Ve bunu anlatmanın bin tane yolu var. Dolayısıyla ben bunu Atlıkarınca'da iyi bulunduğuna inanıyorum. Senaryoyu yazdıktan sonra konunun uzmanı olan pek çok kişiye okuttuk. Çünkü tek kelime de olsa yanlışlığa düşmek istemedik hassas ve sakıncalı olacağı için.
Sayfa 198Kitabı okudu
Geçiyordum Uğradım
Geçiyordum uğradım boynuz boruların uğultusundaki bulanık zamanlara belki bir gömüde birkaç eski eşyanın ışıltısı vurur şimdiye, merdiven altında unutulmuş bir zaman ya da eski yüzümle karşılaşmak girişteki aynada dinmiş uzaktaki nehrin gürültüsü ağaçlar yer değiştirmiş çekmiş, küçülmüş onca hayal oyun ve atlıkarınca sığdırdığım kurak peyzaj Doğduğum ev artık yavrusunu tanımayan bir hayvan gibi bakıyor uzaklara
Sayfa 77
Reklam
"Kaybolmak ansızın başımıza gelen felaketlerden değil; bir zaman dilimine yayılarak, yavaş yavaş, insana sezdirmeden gerçekleşiyor. Ancak son evrede kendini belli eden sinsi hastalıklar gibi iş işten geçtiği vakit anlıyorsun ruhuna musallat olan amansız musibeti. Bir şeylerden şüphelendiğin ilk anlarda etrafına bakındığında gördüklerinin bir yerlerden tanıdık gelmesi, gerçekliğin farkına varma süresini uzatmaktan,kaçınılmaz sonu ertelemekten başka bir işe yaramıyor. Hafızan seni korumak, umudunu diri tutmak ve bir nebzede olsa rahatlatmak için küçük oyunlar oynuyor; o mekanları, o insanları, o yolları daha evvel gördüğünü düşünüp sükunet buluyorsun. Sonra hakikat göz kamaştırıcı şekilde bir anda kendini gösteriyor, bütün hafıza oyunlarını, muhayyile ürünü vehimleri, teselli veren yalanları, içi boş zanları, teskin edici iyimserliği paramparça ediyor. Çok renkli, çok ışıltılı, çok albenili, şenlikli bir atlıkarıncaya binmişsin ama olduğun yerde, aynı dar çemberin içinde durmaksızın dönüyorsun. Bütün oyalanmaların sonunda olup biteni anlaman geciktiği için dönüş yolunu bulabilme ihtimalinde iyice zayıflıyor. En sarsıcı olanıysa kabulleniş anı: O insanları tanımıyorsun, o mekanlar sana yabancı, o yolda daha evvel hiç yürümemiştin, gölgen peşinden gelmiyor. Gözlerinde bir acı beliriyor. Sükunetini yitirdin. Kayboldun. Güvenlik duvarların yıkıldı. Işıklar söndü, ortalık karardı, atlıkarınca durdu, müzik kesildi, rengarenk atların boyası döküldü, gürültülü makinelerden saçılan yağ, pas ve is kokusu arasında kalakaldın, nerede olduğunu bile bilmiyorsun."
Sayfa 9
Einstein, yıllar süren yoğun bir düşünce döneminin ardından, 1912 yılı dolaylarında uzay ve zaman hakkındaki algılarımızı revizyondan geçirmemiz gerektiğini yavaş yavaş anlamaya başladı; bunu yapmak için eski Yunanlılardan miras kalanlardan başka, yepyeni geometrilere gereksinim vardı. Onu eğri uzay-zaman kavramına gönderen en önemli gözlem, arkadaşı Paul Ehrenfest tarafından bir zamanlar Einstein'a anlatılmış olan ve bazen "Ehrenfest ikilemi" diye anılan bir ikilemdi. Gözünüzde basit bir atlıkarınca veya dönen bir disk canlandırın. Hareketsiz durumda iken biliyoruz ki çevresi, çapı ile π katsayısının çarpımına eşittir. Buna karşın, bu atlıkarınca bir kez harekete geçirildiği zaman, dış kenarı içinden daha hızlı döner ve görelilik uyarınca daha fazla küçülmesi, atlıkarıncanın şeklinin bozulması gerekir. Bu da, çevresinin küçülmesi ve artık çapı ile π katsayısının çarpımından daha küçük olması demektir; yani yüzey artık düz değildir. Uzay, eğridir. Atlıkarıncanın yüzeyi, Kutup Dairesinin içinde kalan alan ile kıyaslanabilir. Çember üzerindeki bir noktadan yürümeye başlayıp doğruca Kuzey Kutup noktasından geçip çemberin karşı tarafındaki noktaya yürüyerek Kutup Dairesinin çapını ölçebiliriz. Sonra, Kutup Dairesinin çevresini ölçebiliriz. Bu iki ölçümü karşılaştırdığımız zaman, çevrenin çap ile π katsayısının çarpımından daha az olduğunu buluruz, çünkü dünyanın yüzeyi eğridir. Ancak, son iki bin yıldır fizikçiler ve matematikçiler, düz yüzeyler üzerine kurulu olan Öklit geometrisini kullanmaktaydılar. Eğer eğri yüzeyler üzerine kurulu bir geometri tasarlamış olsalardı, neler olurdu?
“Zaman bir atlıkarıncadır; öylesine hızlı döner ki atlıkarınca, döndüğünü hissetmez, durduğumuzu sanırız yerimizde, an içinde kendimizi duruyor sanırız, ama geçip gider zaman.”
26 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.