Doğum, hastalık, ölüm Allah'ın emri. Anladık! Fakat ne bileyim, özlediğin bir işte çalışmadan, içine doğduğun şu dünyanın ötesini berisini hiç görmeden, taş üstüne bir taş koymadan, bir ağaçcağız olsun dikmeden, bir günceğiz olsun şunun bunun eteğini öpmeden yaşayamamak ve böylece dünyadan defolup gitmek de
Allah'ın emri değil a!." diye bağırdı ve elindeki çekici tezgâha öyle bir vurdu ki, tezgâhın -Halil Usta’nın tabiriyle- alabandasını, yani kenarını parçaladı.
Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak...
Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim?
Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak...
Bu resimleri, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek.
Neye yarar? Hepsi benim içime girdiler. Bende, silinmez, kaçınılmaz, yıkanıp temizlenmez izlerini bıraktılar. Benim iç duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, çizgiler, işaretler, renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş neye yarar?
Hayat, seven insanların daima bekleyebileceği mucizelerle doludur. Benim yaşadığım mucizenin annem tarafından yapay olarak yaratılmış olması mümkündür;…
Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler.
Evet, fotoğrafçılar biliyor. Her şey bir gün hatıra olacak. Her şey! Konuşmalar, çekilenler, güzel günler, sövgüler, kavgalar, resimler. Geçmişe en çok saygı gösterenler de fotoğrafçılar. Fotoğrafçıların hepsi.