Bu kitaba hafızam beni yanıltmıyorsa iki sene önce başladım. Öyle uzun değil neden bu kadar uzun sürdü okumam diye sordurmak değil bunu söylerken ki amacım. İki sene önce başladığım bu hikayeler ne kadar ara verirsem vereyim; geri döndüğümde aynı atmosfere, aynı hisse alıp götürdüler beni. İki hikaye arasına bir ay da girmiş olsa yeniden okumaya koyulduğumda hiç çaba sarf etmeden önceki yaşadığım ana soyutlanıyorum.
Betimlemeleri, kişi ve mekan tasvirleri sanki öncesinden beri kenardan, anlatıcının kıyısında her şeyi yaşıyormuş gibi benimseyip, kendi gözlerinizle görüyormuş görmenizi sağlıyor. Öyle naif, öyle nazik kelime seçimleri var ki bir sahneyi, bir hissi anlatırken; henüz ilk hikayenin ilk sayfasından altını çizdiğim cümleler var. Korkunç bir durumu anlatırken kullandığı kelimeler ah, dedirtiyor, keşke ben de bu hissi yaşasam.
Her hikayede anlatılan karakterler olağan, her an karşılaşabileceğiniz karakterler. Ama Sait Faik'in o kişileri yorumlaması onlar hakkında ilginçlikler ortaya çıkarıyor, aslında olağan olmadıklarını düşündürtüyor. Yeni birine baktığımda tam anlamıyla göremiyorum artık onu, acaba daha hakkında bilmediğim neler var diye düşünüyorum şimdi.
Aslında çok da fazla söze gerek yok kitabın arka kapağında yazdığı gibi "Sait Faik, Burgaz çalılıklarından çekti bir kızılcık dalı kopardı, kalem gibi yonttu, ucunu yaşama batırdı ve yazmaya koyuldu."